لَسَوْفَ يُعْطٖيكَ رَبُّكَ فَتَـرْضٰىؕ ﴿٥
5."Muhakkak Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın...".
Ahiretteki Mükafaat
Bil ki, bu ayetin kendinden öncekilerle münasebeti de, şu iki yöndendir:
1) Allahü teâlâ, Ahiretin peygamber için dünyadan daha hayırlı olduğunu beyan etmiş, ancak ne var ki, bu farklılığın hangi dereceye kadar olabileceğini beyan etmemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu ayet ile de, bu farklılığın miktarını beyan etmiştir ki, bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, temenni edip hoşnut olacağı şeylerin doruk noktasına varıp dayanması halidir.
2) Cenâb-ı Hak adeta, "Ahiret senin için, dünyadan daha hayırlıdır" deyince, "Durumun böyle olduğuğunu niye söyledin?" denilmiş de, bunun üzerine o da, "O peygambere istediği her şeyi vereceğini" belirtmiştir ki, bu şey de, "dünyaya sığmayan şey" cinsindendir. Böylece, Ahiretin, o peygamber için, dünyadan daha hayırlı olduğu sabit olmuş olur.
Bil ki biz, ayetteki bu va'di, ahiretle ilgili olarak görürsek, bunun, hem ahiretteki menfaatler manasına, hem de tazim manasına alınması mümkün olur. Menfaatler manasına alınmasına gelince, mesela
İbn Abbas şöyle demektedir: "Peygamber için, cennette, beyaz inciden yapılmış bir köşk vardır. Ki, bu köşklerin toprağı misktir. Bu cennetlerde de, oraya yakışan her şey vardır."
Tazim manasına alınmasına gelince, Ali ibn Ebî Talib ile İbn Abbas'tan şu rivayet edilmiştir: "Bu ifade, bu va'd, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ümmeti için şefaatçi olması va'didir."
Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu ayet nazil olunca, "ümmetimden birisi cehennemde iken, ben halimden memnun (razı) olamam" demiştir.
Şefaat Makamı
Bil ki, ayetteki bu va'di, "şefaat" manasına hamletmek kesin bir husus olup, delilleri şunlardır:
1) Cenâb-ı Hak, dünyada iken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, istiğfarda bulunmasını emrederek,
"Günahın için ve erkek mü'minlerle kadın mü'minler için istiğfar et..." (Muhammed, 47/19) buyurmuş, böylece ona, istiğfarda bulunmasını emretmiştir. "İstiğfar" ise, bağışlanma istemek demektir.
Bir şeyi isteyenin, o şeyin reddedilmesini istemeyeceğinde ve bu duruma razı olmayıp, ancak icabete razı olacağında ise şüphe yoktur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in razı olduğu şeyin, reddedilmek değil de kabul olunmak olduğu sabit olup, bu ayet de, Cenâb-ı Hakk'ın ona, istediği ve razı olacağı her şeyi vereceğine delalet edince, bu ayetin, ümmetin günahkarları hakkında şefaatçi olacağına delalet ettiğini anlamış bulunuyoruz.
2) Ayetten önceki ifade de bu manaya uygundur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Seni terketmeyeceğim, sana öfkelenmeyeceğim, bundan da öte, hatta, senin hoşnutluğunu temin etmek ve kalbini hoş tutmak için, ashabından, etbaından ve taraftarlarından hiç kimseye öfkelenmeyeceğim..." demek istemiştir ki, işte bu açıklama, ayetin öncesine de en muvafık tefsirdir.
3) Şefaat hakkında varid olan pekçok hadis, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in rızasının, ümmetinin günahkarlarının afvedilmesinde bulunduğuna delalet etmektedir; bu ayet de, Allahü teâlâ'nın, Resulü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in razı olacağı her şeyi yapacağına delalet etmektedir. Binâenaleyh, bu ayet ile hadislerin toplamından, şefaatin hak olduğu neticesi çıkmaktadır.
En Ümit Veren Ayet
Cafer es-Sâdık (radıyallahü anh), "Benim dedemin rızası, hiçbir muvahhidin cehenneme girmemesinde yatmaktadır" derken, Muhammed Bâkır'ın da, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ehl-i Kur'ân, Kur'ân'daki en ümit bahşedici ayetin,
"Ey, nefislerine karşı haddi aşmış olan kullarım. Allah'ın rahmetinden ümidi kesmeyin" (Zümer, 39/53) ayeti olduğunu söylerler. Halbuki, biz, Ehl-i beyt ise, en ümit bahşedici ayetin, "Muhakkak Rabbin sana verecek de sen de memnun olacaksın" (Duha, 93/5) ayeti olduğunu söylüyoruz. Vallahi, bu ayetle kastedilen, şefaattir. Şefaat hakkı, o, yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Razı oldum, yeter" deyinceye kadar, "Lâ ilahe illallah" diyen herkes hakkında, ona verilmiştir."
Bu izahlar, ayetteki bu va'di, Ahiret halleri ile ilgili gördüğümüz zaman söz konusudur. Ama biz, bu va'di, dünya halleriyle ilgili görürsek, bu, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Bedir, Mekke'nin fethi, insanların, İslâm'a fevc fevc girmesi... gibi kutlu günleri; peygamberin, Kurayza ve Nadîr kabilelerine galip gelmesi, onları sürgün etmesi, ordularının ve seriyyelerinin, Arap topraklarına yayılması gibi, düşmanlarına galip gelmeyi nasib edişine.bir işarettir. Ve yine bu, râşid halifelerinin, yeryüzü mıntikalarındaki şehirleri fethedişlerine, bunların eliyle, zorba kralların yenilip yerle bir edilişine, Kisrâ'nın hazinelerinin ele getirilişine, doğu ve batıdaki insanların kalblerine düşürülen korkuya, İslâm'ın heybet arzedişine ve bu davanın yayılışına bir işarettir. Bil ki, evlâ olan, ayeti, hem dünya hem de Ahiret menfaatleri manasına almaktır. Burada, şöyle birkaç soru sorulabilir:
Bazı Sorular
1. Hitap Neden Müfred?
Birinci Soru: Böylesi saadetler mü'minler için de söz konusu olduğu halde, Cenâb-ı Hak niçin, "sana verecek" demiş de, "Size verecek.." dememiştir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:
1) Burada esas maksat, Peygamberdir. Mü'minler ise, ona tabidirler.
2) Bu, "Ben, senin ashabına ikramda bulunduğum zaman, bu, gerçekte sana yapılmış bir ikramdır. Çünkü ben, onların üzerine titremen hususunda senin, onlara yapılan ikramdan duyacağın huzur ve sürürün, bizzat sana yapılacak olan ikramın huzur ve sürürünün üzerine çıkacağı bir noktaya ulaştığını bilmekteyim. İşte bundan dolayı, diğer peygamberler, "İşe, benim mükafaatımla başlarım. Zira benim taatım, ümmetimin taatından önce gelir" anlamında, "Nefsî, nefsî..." derlerken, sen, "Ümmetî, ümmetî..." dersin. Yani, "işe, ümmetimden başlarım.. Zira, benim sevincim, sürürüm, ümmetimin, mükafaata nail olmuş kimseler olarak görmende bulunmadır..." demektir.
3) Sen, buna güzel bir muamelede bulundun, çünkü o kafirler, senin yüzünü yaraladıklarında, sen, "Allahım, sen, kavmimi hidayete ilet; zira onlar gerçeği umuyorlar" dedin. Ama onlar seni, Hendek savaşında namaz kılmaktan alıkoyduklarında ise, "Allahım, bunların karınlarını ateşle doldur.." dedin, böylece, bedenin yüzünde meydana gelen yaraya katlandın, ama, dininin yüzünde meydana gelmiş olan çatlağa, yaraya tahammül edemedik. Çünkü, "dinin yüzü", peygamberin kılacağı "namaz"dır. Böylece de, benim hakkımı, kendi hakkına tercih ettin. İşte, bu sebeple, hiç şüphesiz Ben de, seni üstün tutarak, "Yıllarca namaz kılmayan, veya mani olan kimseyi kafir addetmem. Ama, kim senin kılına dokunur, ya da sana çelme takarsa, bu kimseyi kafir addederim..." derim.
2. Sevfe'nin Manası
İkinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, “Velesevfe” demesinin hikmeti nedir? Niçin, o, “Seyu'tike Rabbuke” dememiştir?
Cevap: Bunun, şöylesi faydaları bulunmaktadır:
1) Bir kere bu ifade, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ecelinin (ölümünün) yaklaşmadığına, tam aksine, bundan sonra da bir müddet yaşayacağına delalet eder.
2) Müşrikler, "Rabbi onu terketti, ona kızdı..." deyince, Allahü teâlâ, bu müşriklere, aynı lafızları kullanarak cevap verdi ve "Rabbin seni terketmedi, sana kızmadı da..." buyurdu; daha sonra müşrikler, "Muhammed ölecek..." deyince, yine Cenâb-ı Hak, müşriklere aynı lafızla cevap vererek, "Muhakkak Rabbin sana öyle verecek ki sen de memnun olacaksın" buyurdu.
3. Rabb Vasfındaki İncelik
Üçüncü Soru: Allahü teâlâ, nasıl, "Muhakkak Rabbin sana öyle verecek ki, sen de memnun olacaksın.." buyurmuş da, (Rabb kelimesini getirmiştir)?
Cevap: Bu sûre, başından sonuna kadar, Cebrail (aleyhisselâm)'in, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'le olan muhaveresini nakletmektedir. Çünkü, daha önce de alabildiğine iştiyak duyuyor ve onun konuşmasını arzuluyordu. Böylece Cenâb-ı Hak, bu müjdeleri Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verenin, Cebrail (aleyhisselâm) olmasını diledi.
4. Ayetteki Lâm-ı İbtida
Dördüncü Soru: “Sevfe” kelimesinin başına gelen lâm, ne lamıdır?
Cevap: Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu lâm, cümlenin manasını tekid eden, "lâmu'l-ibtidâ"dır. Cümlenin mübtedası mahzuf olup, takdiri, “Velâ ente sevfe yu'tike Rabbuke” "Şüphesiz ki, Rabbin sana mutlaka ve mutlaka verecektir.." şeklindedir. İleri sürdüğümüz delil şudur: Bu lâm, ya lâmu'l-kasem'dir, ya da lâmu'l-ibtidâ'dır. Halbuki, lâmu'l-kasem, muzarinin başına tekid nûnu'nun bulunması halinde gelir. Binâenaleyh, geriye, bu lâm'ın, lâmu'l-ibtidâ olması kalmaktadır. Halbuki, lâmu'l-ibtidâ ise, ancak mübteda-haber'den meydana gelmiş olan bir cümlenin başına gelir. Binâenaleyh, burada, bir mübtedâ ve haberin takdir edilmesi ve aslının da, “Velâ ente sevfe yu'tike” şeklinde olması gerekmiştir.
Buna göre şayet, "Bu ifâdede hem tekid harfinin, hem de tehir harfinin (Sevfe) birlikte getirilmesi de ne demektir?" denilirse biz deriz ki: Bunun manası, "Tehir edilmesinde bir maslahat ve fayda olduğu için gecikse bile, bu bağış, mutlaka olacaktır..." demektir.
Bir şeyi isteyenin, o şeyin reddedilmesini istemeyeceğinde ve bu duruma razı olmayıp, ancak icabete razı olacağında ise şüphe yoktur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in razı olduğu şeyin, reddedilmek değil de kabul olunmak olduğu sabit olup, bu ayet de, Cenâb-ı Hakk'ın ona, istediği ve razı olacağı her şeyi vereceğine delalet edince, bu ayetin, ümmetin günahkarları hakkında şefaatçi olacağına delalet ettiğini anlamış bulunuyoruz.
2) Ayetten önceki ifade de bu manaya uygundur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Seni terketmeyeceğim, sana öfkelenmeyeceğim, bundan da öte, hatta, senin hoşnutluğunu temin etmek ve kalbini hoş tutmak için, ashabından, etbaından ve taraftarlarından hiç kimseye öfkelenmeyeceğim..." demek istemiştir ki, işte bu açıklama, ayetin öncesine de en muvafık tefsirdir.
3) Şefaat hakkında varid olan pekçok hadis, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in rızasının, ümmetinin günahkarlarının afvedilmesinde bulunduğuna delalet etmektedir; bu ayet de, Allahü teâlâ'nın, Resulü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in razı olacağı her şeyi yapacağına delalet etmektedir. Binâenaleyh, bu ayet ile hadislerin toplamından, şefaatin hak olduğu neticesi çıkmaktadır.
En Ümit Veren Ayet
Cafer es-Sâdık (radıyallahü anh), "Benim dedemin rızası, hiçbir muvahhidin cehenneme girmemesinde yatmaktadır" derken, Muhammed Bâkır'ın da, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ehl-i Kur'ân, Kur'ân'daki en ümit bahşedici ayetin,
"Ey, nefislerine karşı haddi aşmış olan kullarım. Allah'ın rahmetinden ümidi kesmeyin" (Zümer, 39/53) ayeti olduğunu söylerler. Halbuki, biz, Ehl-i beyt ise, en ümit bahşedici ayetin, "Muhakkak Rabbin sana verecek de sen de memnun olacaksın" (Duha, 93/5) ayeti olduğunu söylüyoruz. Vallahi, bu ayetle kastedilen, şefaattir. Şefaat hakkı, o, yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Razı oldum, yeter" deyinceye kadar, "Lâ ilahe illallah" diyen herkes hakkında, ona verilmiştir."
Bu izahlar, ayetteki bu va'di, Ahiret halleri ile ilgili gördüğümüz zaman söz konusudur. Ama biz, bu va'di, dünya halleriyle ilgili görürsek, bu, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Bedir, Mekke'nin fethi, insanların, İslâm'a fevc fevc girmesi... gibi kutlu günleri; peygamberin, Kurayza ve Nadîr kabilelerine galip gelmesi, onları sürgün etmesi, ordularının ve seriyyelerinin, Arap topraklarına yayılması gibi, düşmanlarına galip gelmeyi nasib edişine.bir işarettir. Ve yine bu, râşid halifelerinin, yeryüzü mıntikalarındaki şehirleri fethedişlerine, bunların eliyle, zorba kralların yenilip yerle bir edilişine, Kisrâ'nın hazinelerinin ele getirilişine, doğu ve batıdaki insanların kalblerine düşürülen korkuya, İslâm'ın heybet arzedişine ve bu davanın yayılışına bir işarettir. Bil ki, evlâ olan, ayeti, hem dünya hem de Ahiret menfaatleri manasına almaktır. Burada, şöyle birkaç soru sorulabilir:
Bazı Sorular
1. Hitap Neden Müfred?
Birinci Soru: Böylesi saadetler mü'minler için de söz konusu olduğu halde, Cenâb-ı Hak niçin, "sana verecek" demiş de, "Size verecek.." dememiştir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:
1) Burada esas maksat, Peygamberdir. Mü'minler ise, ona tabidirler.
2) Bu, "Ben, senin ashabına ikramda bulunduğum zaman, bu, gerçekte sana yapılmış bir ikramdır. Çünkü ben, onların üzerine titremen hususunda senin, onlara yapılan ikramdan duyacağın huzur ve sürürün, bizzat sana yapılacak olan ikramın huzur ve sürürünün üzerine çıkacağı bir noktaya ulaştığını bilmekteyim. İşte bundan dolayı, diğer peygamberler, "İşe, benim mükafaatımla başlarım. Zira benim taatım, ümmetimin taatından önce gelir" anlamında, "Nefsî, nefsî..." derlerken, sen, "Ümmetî, ümmetî..." dersin. Yani, "işe, ümmetimden başlarım.. Zira, benim sevincim, sürürüm, ümmetimin, mükafaata nail olmuş kimseler olarak görmende bulunmadır..." demektir.
3) Sen, buna güzel bir muamelede bulundun, çünkü o kafirler, senin yüzünü yaraladıklarında, sen, "Allahım, sen, kavmimi hidayete ilet; zira onlar gerçeği umuyorlar" dedin. Ama onlar seni, Hendek savaşında namaz kılmaktan alıkoyduklarında ise, "Allahım, bunların karınlarını ateşle doldur.." dedin, böylece, bedenin yüzünde meydana gelen yaraya katlandın, ama, dininin yüzünde meydana gelmiş olan çatlağa, yaraya tahammül edemedik. Çünkü, "dinin yüzü", peygamberin kılacağı "namaz"dır. Böylece de, benim hakkımı, kendi hakkına tercih ettin. İşte, bu sebeple, hiç şüphesiz Ben de, seni üstün tutarak, "Yıllarca namaz kılmayan, veya mani olan kimseyi kafir addetmem. Ama, kim senin kılına dokunur, ya da sana çelme takarsa, bu kimseyi kafir addederim..." derim.
2. Sevfe'nin Manası
İkinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, “Velesevfe” demesinin hikmeti nedir? Niçin, o, “Seyu'tike Rabbuke” dememiştir?
Cevap: Bunun, şöylesi faydaları bulunmaktadır:
1) Bir kere bu ifade, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ecelinin (ölümünün) yaklaşmadığına, tam aksine, bundan sonra da bir müddet yaşayacağına delalet eder.
2) Müşrikler, "Rabbi onu terketti, ona kızdı..." deyince, Allahü teâlâ, bu müşriklere, aynı lafızları kullanarak cevap verdi ve "Rabbin seni terketmedi, sana kızmadı da..." buyurdu; daha sonra müşrikler, "Muhammed ölecek..." deyince, yine Cenâb-ı Hak, müşriklere aynı lafızla cevap vererek, "Muhakkak Rabbin sana öyle verecek ki sen de memnun olacaksın" buyurdu.
3. Rabb Vasfındaki İncelik
Üçüncü Soru: Allahü teâlâ, nasıl, "Muhakkak Rabbin sana öyle verecek ki, sen de memnun olacaksın.." buyurmuş da, (Rabb kelimesini getirmiştir)?
Cevap: Bu sûre, başından sonuna kadar, Cebrail (aleyhisselâm)'in, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'le olan muhaveresini nakletmektedir. Çünkü, daha önce de alabildiğine iştiyak duyuyor ve onun konuşmasını arzuluyordu. Böylece Cenâb-ı Hak, bu müjdeleri Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verenin, Cebrail (aleyhisselâm) olmasını diledi.
4. Ayetteki Lâm-ı İbtida
Dördüncü Soru: “Sevfe” kelimesinin başına gelen lâm, ne lamıdır?
Cevap: Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu lâm, cümlenin manasını tekid eden, "lâmu'l-ibtidâ"dır. Cümlenin mübtedası mahzuf olup, takdiri, “Velâ ente sevfe yu'tike Rabbuke” "Şüphesiz ki, Rabbin sana mutlaka ve mutlaka verecektir.." şeklindedir. İleri sürdüğümüz delil şudur: Bu lâm, ya lâmu'l-kasem'dir, ya da lâmu'l-ibtidâ'dır. Halbuki, lâmu'l-kasem, muzarinin başına tekid nûnu'nun bulunması halinde gelir. Binâenaleyh, geriye, bu lâm'ın, lâmu'l-ibtidâ olması kalmaktadır. Halbuki, lâmu'l-ibtidâ ise, ancak mübteda-haber'den meydana gelmiş olan bir cümlenin başına gelir. Binâenaleyh, burada, bir mübtedâ ve haberin takdir edilmesi ve aslının da, “Velâ ente sevfe yu'tike” şeklinde olması gerekmiştir.
Buna göre şayet, "Bu ifâdede hem tekid harfinin, hem de tehir harfinin (Sevfe) birlikte getirilmesi de ne demektir?" denilirse biz deriz ki: Bunun manası, "Tehir edilmesinde bir maslahat ve fayda olduğu için gecikse bile, bu bağış, mutlaka olacaktır..." demektir.
Duha suresi 5.ayet Fahreddin er-Râzî Tefisirinden
0 Yorumlar