SABRIN HAKİKATİ, FAZİLETİ ve SABREDEN KULLARIN MÜKAFATI
Sabret! Sabır, yüce ahlaklardan biridir. Hak yolunda sebat et, dayanıklı ol! Bela ve musibetlere göğüs gererek Allah’ın kaza ve kaderine razı ol! “Musibetler içinde iken en güzel şekilde edebe riayet edebilmek” sabır konusunu ve halini ne güzel izah eder. Sabır Peygamberlerin ve hidayet kahramanlarının alamet-i farikası, onları diğer insanlardan ayırıcı özelliğidir.
Enes (r.a.) rivayet ediyor. Resulullah (sav) buyurdular ki:1. (Men lâ edebe lehû, lâ ilme lehû) "Edebi olmayanın ilmi olmaz!" Edeb büyük bir devlet yâni... Edebi olmayanın ilmi olmaz!
--Ne kadar çok bilirse bilsin! Edebi olmayanda lâyıkı gibi ilim bulunmaz. Onun için büyüklerin sözü var:
Giy ol tâcı, emin ol her belâdan!..
İlim meclisinde aradım, kıldım taleb,
İlim geridedir, illâ edeb, illa edeb!..
Edeb olmayınca olmaz!
2. (Ve men lâ sabra lehû, lâ dîne lehû) فإنّهُ لِمَن لا صَبرَ لا دِينَ لَهُ:
Allahu Teâlâ Âl-i İmrân Sûresi 3/146 ayet-i kerime de şöyle buyurmaktadır:
فَمَا وَهَنُوا لِمَٓا اَصَابَهُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ :Yine Allah yolunda başlarına gelen yaralanma ve öldürülmeden dolayı zaaf ve korkalık göstermediler.
İbn Abbas’a göre, Kur’an’da üç çeşit sabırdan söz edilmiştir:
1) Allah’ın emrettiği farzları eda etmede gösterilen sabır. Nasıl ki yeme-içme-uyuma insana zor gelmiyorsa Allâh-u Teâlâ'nın tâatini yerine getirmek insana zor gelmemelidir. Beş vakit namaz kılmaya, oruç tutmaya, Kur'an okumaya vs. ibadet yapmaya sabır etmelidir.
Bu sabrın üç yüz derecesi vardır.
2) Allah’ın yasakladığı haramlardan sakınmada gösterilen sabır. Allah kuluna helal rızık yazmıştır. Kul onu iradesiyle harama çevirir. Gerek ticarette olsun, gerekse diğer dedikodu, fitne, fesat, iftira gibi durumlara yaklaşmamaya sabır etmelidir.
Bu sabrın altı yüz derecesi vardır.
3) Musibetin ilk çaptığı anda gösterilen sabır.
Bu sabrın dokuz yüz derecesi vardır... (bk. İhya, 4/72)
Allâh-u Teâlâ bizleri yarattı ve Ben sizi imtihan edeceğim buyurdu. Etrafınıza baktığınızda imtihansız kul göremezsiniz.
Hak Teâlâ Hazretlerinin dostluğu kolay ele geçmez. Çok kıymetli mücevherleri bir anda elde edemezsin. Ancak sabreder, içinde bulunduğunuz durumu hal ve mücadelenle gösterirsen yardım görür, sonsuz ecirlere layık bulunursun. Bela ve musibetlere sabredenleri naîm cennetleriyle müjdele.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اسْتَع۪ينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِۜ:Ey mü'minler! Dünya ve ahiret işlerinizde sabır ve namaz ile Allah' dan yardım isteyin. Çünkü sabır sayesinde her türlü iyiliğe kavuşursunuz. Namaz sayesinde de her türlü kötülükten sakınırsınız
اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَ:Allah zafer, yardım, koruma ve desteklemesiyle sabırlılarla beraberdir.
155.âyet-i kerime
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ
:Andolsun ki biz sizi korku, açlık, mallarınızın bir kısmının telef olması, dostlarınızın bir kısmının ölmesi, meyve ve ekinlerinizin bir kısmının zayi olması gibi muhtelif belalarla imtihan edeceğiz
وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَۙ: Bela ve musibetlere sabredenleri naîm cennetleriyle müjdele.
Allâh-u Teâlâ Müddesir Sûresi 74/7.âyet-i kerime de şöyle buyuruyor:
Seyda Şeyh Ahmed el Kâdiri "Allâh-u Teâlâ milletimizi çok ağır imtihanlardan geçirmiştir. Bir yaşlı amca şöyle anlattı:
" Ben askerdeyken katırlara arpa verirlerdi güçlü olsun ki ağır top arabalarını çekerlerdi. İnsanlar da katırların pisliğini alıp suda yıkarlar içindeki arpaları alırlardı sonra da ezip buğdayla karıştırıp kendilerine ekmek yaparlardı. Eğer siz o günleri görseydiniz nimetin değerini bilirdiniz."
Yine başka bir kardeşimizin hatırası şöyledir: "Biz küçükken ellerimize teneke verirlerdi hayvan sürülerinin ardından giderdik. Onlar pislediği zaman hemen alır tenekelere koyardık. Sabahtan öğleye kadar bir teneke pislik topladıysak eve getirip tezek yapardık kışın ısınmak için kullanırdık."
Günümüzde sobalar istenmiyor perdeler is oluyor diye gelinen nokta petekler klimalar tercih ediliyor.. İmanın şartı altıdır yedinci ise insanın haddini bilmesidir. Haddini bilmezse insan kötüdür. Hormonlu gıdalar ve tarım ürünleri ile sağlığımız tehlike altında..
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَۙ
Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele. [Bakara sûresi 2/155]
Bir gazelde sabır şöyle dile getirilmiştir:
Sabr ile verdi Eyyube hayatı sıhhati
Her belaya her kazaya sabır kıl
Esrarı Hakka mahrem ol..
Hazret-i Eyüp, Yakup Aleyhisselâm’ın kardeşi Iys’ın neslindendir. Şam civârında yaşamıştır. Kendisine az sayıda kişi îmân etmiştir.
Dedesi Hazret-i İshâk’ın duâsı bereketiyle Allâh Teâlâ kendisine çok mal, mülk ve evlâd verdi. Hizmetçileri, tarlaları ve hayvanları çok boldu. Fakir, yetim ve dullara çok yardım eder, sofrasında fakir bulundurmadıkça yemek yemez, Allâh’ın kendisine verdiği nimetleri misâfirlere ikrâm etmeyi ziyâdesiyle severdi.
Ömrünün başlangıcında zengin, ortasında fakir ve garîbdir; sonunda ise şükrü ve darb-ı mesel hâline gelen sabrının netîcesinde tekrar ihsân-ı ilâhîye gark olmuştur. Cenâb-ı Hak, onun sabırdaki tahammülünü şu şekilde senâ eder:
“...Gerçekten Biz Eyyûb’u sabırlı (rızâ hâlinde bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi kuldu! Dâimâ Allâh’a yönelirdi.” [Sâd sûresi,38/ 44]
Eyyûb -aleyhisselâm- Şam civârında yaşayan insanlara peygamber olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de ilâhî vahye mazhar bir peygamber olduğu şöyle bildirilir:
“(Habîbim!) Biz Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrâhîm’e, İsmâîl’e, İshâk’a, Ya’kûb’a, esbâta (torunlara), Îsâ’ya, Eyyûb’a, Yûnus’a, Hârûn’a ve Süleymân’a vahyettik…” [en-Nisâ sûresi, 4/163]
“...Daha önce de Nûh’u ve O’nun soyundan Dâvûd’u, Süleymân’ı, Eyyûb’u, Yûsuf’u, Mûsâ’yı ve Hârûn’u doğru yola (peygamberliğe) iletmiştik. Biz ihsân sâhiplerini işte böyle mükâfâtlandırırız.” [el-En’âm sûresi, 6/84]
Eyüp -aleyhisselâm-’ın mal-mülk zenginliği, evlâdları ve nâil olduğu bütün nîmetler imtihân-ı ilâhî olarak birer birer elinden alındı. Ardından ağır bir hastalığa dûçâr oldu. Ancak Hakk’a tevekkül ve teslîmiyeti ile, bedenine, malına ve evlâdına gelen musîbetlere karşı büyük bir sabır göstererek ilâhî takdîre râzı oldu.
O’nun dillere destân olan sabır ve teslîmiyeti, bir ibret numûnesi olarak insanlık târihine geçti.
Eyüp -aleyhisselâm-’ın imtihânı peygamberlik devresine âittir. Başına gelen her türlü musîbet imtihânına, mel’ûn şeytan sebep kılınmıştır. O’ndaki fazîleti hazmedemeyen iblîs, insan kılığına girerek halk arasında:
“–Bu kadar nîmet ve bolluk içinde kulluk yapmak kolaydır. Eyüp’ü bir de darlık ve belâ ânında iken görmeli!..” diyor ve devamlı olarak O’nun îtibârını zedelemek istiyordu.
Bunun üzerine Allâh Teâlâ da, Eyüp -aleyhisselâm-’ın kendisine olan tevekkül ve teslîmiyetini izhâr etmek için bu sevgili peygamberine çeşitli musîbetler verdi.
Cenâb-ı Hak, Eyüp -aleyhisselâm-’ı imtihân etmeyi murâd edince, ilk olarak mallarını elinden aldı. Bir sel ile koyunlarını, bir rüzgar ile de ekinlerini mahvetti. Şeytan, çoban kılığına girerek hemen Hazret-i Eyüp’a koştu. Eline geçen fırsatı değerlendirecekti. Ağlaya ağlaya olup biteni O’na haber verdi:
“–Ey Eyüp! Büyük bir felâket oldu. Allâh Teâlâ senin bütün mal ve mülkünü telef etti.” dedi.
Hazret-i Eyüp, bu haber karşısında telâşlanmadan, büyük bir tevekkül ve sükûnet içinde Rabbine hamd etti ve insan kılığına girmiş bulunan şeytana:
“–Mal ve mülkü bana Rabbim vermişti. Şimdi de aldı. Yegâne sâhip O’dur! Dilerse verir, dilerse alır!..” dedi.
Bu söz ve tavırlar, şeytanı perişan etmeye yetmişti.
Daha sonra ise Eyüp -aleyhisselâm-’ın ders okumakta olan çocukları bir zelzele ile vefât etti. Şeytan bu sefer de feryâd ü figân ederek Hazret-i Eyüp’ün yanına geldi. O’nu isyân ettirmek için gözlerinden seller gibi yaşlar döküp:
“–Ey Eyyûb! Allâh Teâlâ evini bir zelzele ile yıktı. Bütün çocuklarını elinden aldı. Onların canhıraş feryadları dayanılacak gibi değildi. Sen hâlâ duruyor musun?” dedi ve hâdiseyi o kadar acıklı bir şekilde nakletti ki, Hazret-i Eyüp’ün tevekkül ve teslîmiyet ile yoğrulmuş kalbindeki merhamet hissiyâtı taşarak mübârek gözlerinden yaş geldi. Ancak bu imtihân karşısında da büyük bir sabır göstererek ilâhî tecellîye rızâ gösterdi.
Maksadına yine nâil olamayan şeytan öfkeden kudurdu. Yine bir şeyler demek üzere idi ki Hazret-i Eyüp:
“–Ey mel’ûn! Sen iblîs’sin ve beni Rabbime karşı isyâna teşvîk etmek istiyorsun! Bilesin ki evlâdlarım birer emânetti. Sâhibi geri aldı! Veren O, alan O; niçin incineyim? Ben, her ahvâlde Rabbime hamd eden bir kulum!” dedi.
Sâlih kulların Hakk’a teslîmiyetini, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri bir beytinde ne güzel dile getirir:
Alan Sen’sin veren Sen’sin kılan Sen;
Ne verdinse odur; dahî nemiz var!..
İSMİ BİLİNMEYEN BİR HASTALIK İLE HZ. EYÜP’ÜN (A.S.) İMTİHANI
Allâh Teâlâ, Eyüp -aleyhisselâm-’a son olarak Kur’ân-ı Kerîm’de ismi belirtilmeyen bir hastalık verdi.
Eyüp -aleyhisselâm-, bu hastalığında da hâlinden şikâyetçi olmadı. Rabbine sığınarak sabretti, hamd ü senâsına devâm etti. Nebevî bir edeb göstererek hastalık ve yorgunluğunu şeytana izâfe etti. Bu hâl, âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:
“(Rasûlüm!) Kulumuz Eyyûb’u da an! O, Rabbine: «Doğrusu şeytan, bana bir yorgunluk ve eziyet verdi.» diye seslenmişti.” [Sâd sûresi, 38/41]
Çünkü şeytan, Eyüp -aleyhisselâm-’ın güzel hâline hased edip kendisine musallat olmak iştemişti. Fakat Eyüp -aleyhisselâm- her şeyin Allâh’tan olduğunun idrâki, tevekkülü ve teslîmiyeti içindeydi.
Eyüp -aleyhisselâm-’ı şükür, hamd ve rızâ hâlinden uzaklaştırma husûsunda bütün çabaları boşa giden şeytan, bu defa şehir halkına vesvese vermeye başladı:
“–Aman Rahîme ile görüşüp kendisine yardımcı olmayın! Yoksa Eyüp’ün hastalığı size de geçer! Derhal onu şehrinizden kovun!” dedi.
Şehir halkı da bu fesâda meylederek Rahîme’ye:
“–Eyüp’le beraber burayı terk edin! Yoksa sizi taşlayarak öldürürüz!” diye tehdîd ettiler.
Rahîme Hâtun, çâresiz kalarak Hazret-i Eyüp’ü sırtına aldı ve oradan ayrıldı. Şehir dışında bir yer edindi. Eyüp -aleyhisselâm-’ın altına kumlar yayıp başına taştan yastık koydu. Sonra da küçük bir kulübe yaptı ve hizmetine sadâkatle devâm etti.
Allâh’ın sabırlı peygamberi Hazret-i Eyyûb bu durumda bile, oradan gelip geçenlere “emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker”de bulunuyordu.
Zevcesi Rahîme Hâtun, geçimlerini temin için şehirdeki hanımlara iplik bükmekteydi. Bir ara efendisine:
“–Sen bir peygambersin! Allâh Teâlâ’dan sıhhat ve âfiyet istesen de bu dertleri Sen’den alsa!” deyince Eyüp -aleyhisselâm-:
“–Sıhhat ve âfiyetle geçen günlerimiz ne kadardı?” diye sordu.
Rahîme Hâtun:
“–Seksen yıl idi.” dedi.
Bunun üzerine Hazret-i Eyüp:
“–Ey Rahîme! Şiddet ve belâ zamânı sıhhat ve safâ süresi kadar olmadan Cenâb-ı Mevlâ’ya şikâyet etmekten hayâ ederim. Allâh Teâlâ, bizlere nîmetler verirken (râzı oluyoruz da), O’ndan gelen belâlara niçin sabretmeyelim?!” dedi.
Hazret-i Eyüp’ün bu tahammül ötesi sabrı, âyet-i kerîmede medhedildiği gibi, hadîs-i şerîfte de senâ buyrulmuştur:
“Hazret-i Eyüp, insanların en halîmi, en sabırlısı ve en çok gazabını (öfkesini) yeneni idi.” [İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, III, 201]
O’nun Hakk’a karşı rızâsı tam ve kusursuzdu. Sanki şu şiir, O’nun yüksek sabır ve teslîmiyet hâlini yansıtmaktadır:
Hoştur bana Sen’den gelen,
Ya gonca gül, yâhut diken,
Ya hil’at ü yâhut kefen,
Nârın da hoş, nûrun da hoş!..
YOLUNA ÇIKAN İBLİSE DİKKAT ET!
Eyüp -aleyhisselâm-’a vesvese veremeyen şeytan, bu sefer hanımı Rahîme Hâtun’a musallat oldu. İkide bir onun önüne çıkıyor ve aklını çelmeye çalışıyordu. Rahîme Hâtun da, bunları Hazret-i Eyüp’e naklediyordu. Eyüp -aleyhisselâm- ise hanımına:
“−Ey hanım! O senin yoluna çıkan iblîs’tir. Dikkatli ol; seni vesvese ile benden ayırmak istiyor!..” diyerek îkâzda bulunuyordu.
Rahîme Hâtun, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın torunlarından idi. Kendisinde ceddi Yûsuf’un güzelliğinden bir akis vardı. Civârında ondan daha güzeli yoktu. Bunun için şeytan, birgün onun karşısına yakışıklı bir kişi sûretinde çıktı:
“−Senden daha güzel birini görmedim.. Ben şu yakın köydenim. Servetimin de hadd ü hesâbı yoktur...” dedi.
Rahîme Hâtun Rabbine sığınarak:
“−Ben hasta olan Eyüp Peygamber’in hanımıyım. O’na hizmet etmekteyim. Ve ben, o şerefli peygamberden başkasına aslâ meyletmem...” dedi ve yürüyüp gitti.
Rahîme Hâtun, Hazret-i Eyüp’ün yanına döndüğünde, olup biteni anlattı. Hazret-i Eyüp bu sözlerden sıkıldı. Hiddetle:
“–Ey Rahîme! Ben sana ondan sakınmanı söylemiştim. Eğer sıhhate kavuşursam, sana yüz sopa vuracağım!” diye yemîn etti.
HZ. EYÜP’ÜN (A.S.) ŞİFA DUASI
Eyüp -aleyhisselâm-’ın hastalığı gün geçtikçe şiddetlendi. Bu durum O’nun peygamberlik vazîfesini yapmasına mânî olmaya başladı. O da yüce dergâha ellerini açtı ve:
“…Bana gerçekten hastalık isâbet etti. Sen merhametlilerin en merhametlisisin!” [el-Enbiyâ sûresi, 21/83] diyerek, ilâhî merhametin kendisi üzerine tecellî edip şifâ bulması için kalben Cenâb-ı Hakk’a yöneldi.
Eyüp -aleyhisselâm-’ın bu şekilde duâ etmesinin sebebi husûsunda tefsîrlerde değişik rivâyetler bulunmaktadır:
İmâm Câfer es-Sâdık buyurdu ki: “Musîbet müddeti uzayınca şeytan: «Ey Eyüp! Hastalıktan kurtulmak istersen, bana secde et!» dedi. Hazret-i Eyüp’ün kalbi gâyet mahzûn oldu ve: «Hastalıktan değil, düşmanın harîs olmasından rahatsızım.» deyip Rabbine: «Bana bu hastalık isâbet etti.» dedi.”
Diğer bir rivâyet: Kendisine îmân etmiş bulunan birkaç kişi: «Eğer bunda hayır olsaydı, bu belâya dûçâr olmazdı!» demişti. Nâdânların bu sözleri de, Hazret-i Eyüp’ü son derece rencide etmişti.
Diğer bir rivâyet: Rahîme Hâtun çâresizlik içinde kalarak yiyecek almak için elbisesini satmıştı. Eyüp -aleyhisselâm- bunu öğrenince büyük bir üzüntüyle Rabbine ilticâ etti.
Diğer bir rivâyet: Cebrâîl -aleyhisselâm-, Hazret-i Eyüp’e gelerek: «Hak Teâlâ’nın hazînesinde musîbet imtihânı çoktur. Onlara tâkat getiremezsin. Sen Allâh’tan âfiyet talebinde bulun!» demiş ve şifâyâb olması için Cenâb-ı Hakk’a duâ etmesini söylemişti.
Rivâyete göre, bir kimse Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mescidine girdi ve Eyüp -aleyhisselâm- ile alâkalı bazı suâller sordu. Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ağladılar ve şöyle buyurdular:
“Allâh Teâlâ’ya yemîn ederim ki, Eyüp belâdan inlemedi, sızlanmadı. Lâkin yedi sene, yedi ay, yedi gün, yedi gece o belâda kaldı. Ayakta namaz kılmak istedi; duramadı, düştü. Hak yolundaki hizmetinde kusur görünce: «Bana gerçekten hastalık isâbet etti» dedi.”[Bkz. Kurtubî, Tefsîr, XI, 323, 327.]
Hazret-i Eyüp’ün ifâdeleri görünüşte sızlanma gibi ise de, gerçekte bir duâ idi. Çünkü sızlanma, insanlara yapılan şikâyete denir. Allâh Teâlâ’ya yöneliş, bir sızlanma değildir. Nitekim Yakup -aleyhisselâm- da, oğlu Yûsuf -aleyhisselâm-’ın ayrılık ıztırâbı ve hasreti ile büyük bir elem içindeydi ve âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi:
“Dedi ki: Ben bütün kederimi ve hüznümü ancak Allâh’a arz ediyorum. Ve ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri de Allâh tarafından (vahiy ile) biliyorum.” [Yûsuf sûresi,12/86]
HASTALIKTAN KURTULUŞ
Rahîme Hâtun, yiyecek aramaya çıkmıştı. Bu arada Cebrâîl -aleyhisselâm- gelerek Cenâb-ı Hak’tan:
“–Ey Eyüp! Belâ verdim, sabrettin.. Şimdi de tekrar sıhhat ve nîmet vereceğim!” haberi ile şu emri getirdi:
“Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su!” [Sâd sûresi,38/42]
Eyüp -aleyhisselâm-, ilâhî emir mûcibince ayağını yere vurdu. Hemen bir pınar fışkırdı. O da bu su ile yıkandı ve böylece mûcize olarak iç ve dış hastalıklarının hepsinden kurtuldu.
Bir başka rivâyete göre, Eyyûb -aleyhisselâm- ayağını yere vurduğunda biri sıcak, diğeri soğuk iki kaynak çıkmış, O da, sıcak olan suyla yıkanmış, soğuk olandan da içmiştir.
Âyet-i kerîmede “Ayağını yere vur!” diye emredilerek, mûcizede bile kulun gayret, emek ve teşebbüsünün bulunmasının taleb edilmesi dikkat çekicidir. Demek ki kulun, sebeplere sarılmakta kusur etmemesi, oturup sâdece duâ ile yetinmemesi gerekir. Ayrıca duânın îcâb ve şartlarını da yerine getirmek lâzımdır. Bu emir, Meryem kıssasındaki “Hurmanın dalını kendine doğru silkele!..” [Meryem sûresi,19/25] emrine benzer. Ayrıca:
“…O’na ancak güzel sözler yükselir. Onu da (Allâh’a) sâlih amel yükseltir!..” [Fâtır sûresi,35/10] ifâdesini hatırlatır.
Nitekim Eyüp -aleyhisselâm-’ın büyük bir edeb ve tâzîm içinde Cenâb-ı Hakk’a yönelişi netîcesinde duâsı kabûl olmuş ve kendisine şifâ, rahmet ve lutuf kapıları açılmıştı. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Bunun üzerine Biz, tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için bir hâtırâ olmak üzere O’nun duâsını kabûl ettik. Kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik ve O’na âile efrâdını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik.” [el-Enbiyâ sûresi, 21/84]
Hazret-i Cebrâîl, sıhhati iâde edilen Eyyûb -aleyhisselâm-’ın başına Allâh’ın emri ile bir tâc koydu. Güzel elbiseler giydirdi. Lutuf bulutu geldi ve üstüne altın parçacıkları serpildi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Eyüp, mûcizeli suda yıkandığı sırada, önüne bir sürü altın çekirge düşmüştü. Eyyûb, bunları hemen toplayıp elbisesine doldurmaya başladı. Bunun üzerine Allâh Teâlâ:
«–Ey Eyüp! Görüyorsun, Ben malını sana iâde etmek sûretiyle seni zengin kılmadım mı?» buyurdu. Hazret-i Eyyûb:
«–Evet yâ Rabbî! Beni o sûretle zengin kıldın. Fakat Sen’in hayır ve bereket hazînelerinden müstağnî kalamam. Bu sebeple ind-i ilâhîden her ne buyrulursa kabûlümdür. Çünkü veren Sen’sin, Sen’in verdiğin şeyi nasıl reddederim?!» dedi.” [Buhârî, Gusl, 20; Enbiyâ, 20; Nesâî, Gusl, 7]
Bu sırada Rahîme Hâtun şehirden döndü. Hazret-i Eyyûb’u tanıyamadı. O’nun kaybolduğunu zannederek sahrâya koştu. Feryâd edip ağladı. Eyyûb -aleyhisselâm- seslendi:
“–Ey hanım! Kimi arıyorsun?”
“–Bir hastam vardı, hayat arkadaşım idi. Bu kadar sıkıntı çekmiş iken, şimdi o hazîneyi yitirdim...”
“–O nasıl bir kimse idi.”
“–O sabırlı Eyüp’tü. Sağlıklı iken sana benzerdi.”
“–Ey Rahîme! İşte o benim. Allâh Teâlâ, bana sıhhat verdi.”
Her ikisi de sevinçle ağlaşarak Cenâb-ı Hakk’a şükürde bulundular.
Eyüp -aleyhisselâm-, artık eski gençlik ve dinçliğine kavuşmuştu. Buna ilâveten Allâh Teâlâ, O’na evvelkinden daha fazla mal ve evlâd ihsân etti:
“Biz’den bir rahmet ve akl-ı selîm sâhipleri için de bir ibret olmak üzere, O’na hem âilesini, hem de onlarla beraber bir mislini bağışladık.” [Sâd sûresi,38/43]
Nihâyet Eyüp -aleyhisselâm- ve âilesi, darmadağın bir hâlde iken tekrar bir araya toplandı. Eskisinden daha büyük lutuflara nâil kılındı.
Hazret-i Eyüp -aleyhisselâm-, hastalıktan âfiyete kavuşmuş olarak geçirdiği ilk gecenin sabahında derinden bir «ââh!» çekti. Sebebini sordular. Dedi ki:
“–Her gece seher vaktinde: «Ey bizim hastamız, nasılsın?» diye bir ses duyardım. Şimdi yine o vakit geldi, fakat: «Ey bizim sıhhatli kulumuz, nasılsın?» sesini duymadım. Bunun için ağlıyorum.”
RAHİME HATUN’UN HİZMETİNİN MÜKAFATI
Rivâyete göre Eyüp -aleyhisselâm-, hanımının bir hatâsından dolayı sıhhate kavuştuğunda ona yüz değnek vurmaya yemîn etmişti. Ancak zevcesinin O’na karşı hizmet ve fedâkârlığı büyüktü. Bu sebeple Allâh Teâlâ, yüz tâne ekin sapından oluşan bir demetle bir kere vurulmasını kâfî görerek onlara merhamet buyurdu ve şöyle emretti:
“Eline bir demet sap al da onunla vur; yemînini böyle yerine getir. Gerçekten biz Eyyûb’u sabırlı (bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi bir kuldu! Dâimâ Allâh’a yönelirdi.” [Sâd sûresi,38/44]
Âyet-i kerîmedeki ruhsat, şer’î cezâ ve yeminlerde “Eyyûb ruhsatı” adıyla bâkî kalmıştır. Âyette bu demetin, ne demeti olduğu açıkça belirtilmediği için daha başka mânâlara da hamledilmiştir. Yâni bu emir, yalnız o ruhsatı göstermekle kalmamış, aynı zamanda eli altında bir cemâat kurulması gerektiğine de işâret etmiştir.
1- Şeriat Kapısı
2- Tarikat Kapısı
3- Marifet Kapısı
4- Hakikat Kapısı
Öğreti olarak bu kapılar birer birer geçilerek Hakikate ulaşılır. Öğrencilerinden biri Mevlana’ya sormuş;
“Efendim, bu dört kapı meselesini ben pek anlayamıyorum. Bana anlayabileceğim bir lisanla anlatır
mısınız?”
Sen git bunların hepsinin ensesine bir şamar at, sonra gel sana anlatayım.”
Tokadı yiyen derhal ayağa kalkıp arkasını dönmüş ve daha kuvvetli bir tokatla Mevlana’nın öğrencisini yere
yıkmış. Öğrenci dayağı yemiş, geri dönecek ama hocasına itaat var. Yaradana güvenip ikinciye de bir tokat
akşetmiş. O da derhal ayağa kalkıp elini kaldırmış. Tam tokadı vuracakken vazgeçip yerine oturmuş.
Öğrenci devam etmiş, üçüncüye de bir tokat atmış. Üçüncü şöyle bir kafasını çevirip baktıktan sonra
çalışmasına devam etmiş. Dördüncü, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmadan çalışmasına devam
etmiş.
Öğrenci Mevlana’ya dönmüş, olanları anlatmış.
- Üçüncü, marifet kapısına kadar gelmiştir. İyinin ve kötünün tek Yaradandan geldiğini bilir, inanır.
Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye merakından şöyle bir dönüp baktı.
kapısını da geçmiştir. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu ve aynı olduğunu bilir. o'nun için dönüp sebeplere bakmadı bile… Rabbe'l-âlemînden gelen benim başım gözüm üstüne..
Onlar, rablerinin rızası için sabrederler. Namazı gereği gibi kılarlar. Bizim rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık, hayır yolunda sarfederler. İyilikle kötülüğü savarlar. İşte bu mü’minlere, âhiretin en güzel mükâfaatı vardır. O da "Adn" cennetleridir. Oraya mü’minler, Salih olan ataları, eşleri ve soyları gireceklerdir. Melekler her kapıdan onların yanlarına girecekler ve:
Gerçeği gören o akıl sahipleri, rablerinin rızası için sabrederler. Kendilerini haramlardan ve günahlardan alıkoyarlar. Namazlarını, bütün tadil-i erkânıyla ve huzur-ı kalb ile kılarlar. Kendilerine vermiş olduğumuz rızıklardan, eşleri, akrabaları, fakirler ve yoksullar için, yerine göre gizli yerine göre aşikar olarak harcarlar. İyilikler yaparak kötülükleri önlerler. İşte bunlar için âhiret yurdunun en güzel mükâfaatı olan "Adn" cennetleri vardır. Bu cennetler, Peygamberlerin, şehitlerin ve velilerin makamıdır. Bu cennetlere hem kendileri hem de salih amel işleyen ataları, eşleri ve çocukları girecektir. Böylece ahirette de bir araya gelmenin sevincini yaşayacaklardır. Melekler her kapıdan onların yanına girecekler ye onları, dünyada çeşitli zorluk ve çilelere karşı sabretmeleri sebebiyle eriştikleri nimetlerle müjdeleyip tebrik edecekler ve "Selam size" diyeceklerdir.
Âyeti kerime’de, âhiretteki nimetlerin, dünyadaki sabretmenin karşılığı olarak verildiği zikredilmektedir. Sabır, hem cihad sırasında düşman karşısında direnmek hem de fakirlik içinde bulunulduğu halde isyan etmeden, ihtiyaçlar karşısında mütevekkil olup Allah’a güvenmektir.
Bu hususta Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurmaktadır:
"Sizler, Allah'ın yarattıklarından, cennete ilk gireceklerin kimler olduğunu biliyor musunuz?" dedi. Sahabiler ise: "Allah ve resulü daha iyi bilir." dediler.
Bunun üzerine Melekler gelirler ve her kapıdan yanlarına girerler ve sabretmelerinin karşılığı olarak "Selam size, âhiretin en güzel mükâfaatı ne hoştur." derler. [Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.2 s. 168]
Bu dünya hayatı, değersiz ve geçici olduğu kadar aynı zamanda bir imtihan yeridir. Hak Teâlâ hazretleri cennet ve Cemalullah gibi muhteşem mükâfatlara kimin layık olduğunu göstermek için bizleri sınayacak, bir dizi meşakkatlerle karşı karşıya bırakacaktır.
Muaz İbni Cebel der ki,“Allah bir kulun başına bir hastalık verince sol yanındaki meleğe “çek ondan kalemi”, sağ yanındaki meleğe de “bu kulumun hesabına yapageldiği amellerin en iyilerini yaz” diye talimat verir.
Bir hadisi şerifte peygamber efendimiz (sav) şöyle buyuruyor.
«مَا مِنْ مُسْلِمٍ يُصِيبُهُ أَذًى مِنْ مَرَضٍ، فَمَا سِوَاهُ إِلَّا حَطَّ اللهُ بِهِ سَيِّئَاتِهِ، كَمَا تَحُطُّ الشَّجَرَةُ وَرَقَهَا»
İmtihan süreci ne kadar zor geçse de kulu günahlarından tertemiz eder.
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
"Allah bir kulunu severse ona musibet verir ki, duâ ve niyazını işitin." [1:245, Hadîs No: 353]
Ebû Hüreyre (r.a.) den: Resûluîlah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
Yani, günahlardan temizlemek ve derecesini yükseltmek için, ona musibet verir, Musibet, hoşa gitmeyen şeylerdir. Musibetlere mübtela kılmak, insanı tehlikeli günah ve hastalıklara karşı tedavi eden ilahi bir tıp gibidir.
Rasulüllah (SAV) başka bir hadis-i şeriflerinde:
“İnsanlar içinde en ağır imtihana çekilenler Peygamberlerdir. Sonra sırasıyla (rütbeleri) onları takib edenler, sonra onları takip edenlerdir. Kişi dinine göre müptela kılınır (imtihana çekilir) Eğer dininde salabetli ise imtihanı (göreceği bela ve musibet) ağır olur. Eğer dininde gevşek ise o oranda imtihan edilir. Bela o kimseyi devamlı takib eder. Nihayet onu bırakıncaya kadar. Böylece kul, yeryüzünde hatası olmadığı halde yürür.” [Râmûzu’l-Ehâdîs, s. 71 (983. hadis. Ebû davut Teyâlisî, Ahmed b. Hanbel, Buharî, Tirmizî, İbn-i Hıbban, müstedrekten]
Bazıları çocuk severken tokatlayarak etlerini kıstırarak sever çocuk ise anlamaz ağlar işte onun gibi Allâh-u Teâlâ en çok peygamberleri sevdiği için en çok imtihanları onlara verir. Bizlerse hataları bilerek yapıp da Allah bana bu imtihanları verdi diyemeyiz. Bu tür hata ve günahlara da düşmemek gerekir. Böyle bir şey yaparsak gelen imtihan cezadır.
Şeyh Abdulkadir Hazretleri yirmi altı sene Bağdat harabelerinde sabretti, Yunus Emre dergâha yirmi sene odun taşıdı ve şeyhinin imtihanlarına sabretti.TABERİ TEFSİRİ NAHL SÛRESİ
Meâli şerifi: Sizin elinizdeki şeyler sonunda biter. Allah'ın katındakiler ise tükenmez. Şüphesiz ki sabredenleri, yaptıklarının en güzeliyle mükâfaatlandıracağiz.
Ey insanlar, sizin, dünyada sahib olduğunuz şeyler, ne kadar çok olursa olsun, gelip geçicidir, bir gün bitiverir. Allah'ın, kendisine itaat eden kullarına verdiği nimetler ise sonsuzdur, bitip tükenmez. O halde bitip tükenmeyen nimetleri kazanmaya çalışın. Gelip geçici olan nimetlere aldanmayın. Şüphesiz ki biz, çeşitli darlık ve sıkıntılara karşı sabredenleri, yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandıracağız. Kötülüklerini ise bağışlayacağız.
Gam çekme ki vuslat demi ağyâre de kalmaz
(Yaşar Nezihe Bükülmez)
Buna mülkü fani derler
Ne sen baki ne ben baki
Ne gam baki ne dem baki.. (Yavuz Sultan Selim'e ait mısralar)
Baki olan Allah'tır..
Bizlerne yaparsak yapalım bir gün fani olacak ama Allah rızası için yapılanlara karşı ebedi olan cennetlerine alacak mümin kullarını..
11-20. âyetlerde, ibadetle ihlâsın yanısıra, Allah’ın dışındakilere ve Tâğut’a tapmaktan kaçınmanın gereği açıklanmıştır.]
قُلْ يَا عِبَادِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا رَبَّكُمْۜ:Ey Peygamber! Mü'min kullarıma söyle, iman ile takvayı birleştirsinler. Takvadan maksat, Allah'ın haram kıldığı şeylerden uzaklaşmaktır.
Takva, emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak demektir. Sanki kul bunu yapmakla, kendisiyle ateş arasına bir koruyucu yerleştirmektedir.[Savi Haşiyesi, 3/368]
لِلَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌۜ:Bu dünyada güzel amel işleyen kimseler için, ahirette büyük bir mükafat yani iyiler yurdu Cennet vardır
وَاَرْضُ اللّٰهِ وَاسِعَةٌۜ:Allah'ın yurdu geniştir. Öyleyse küfür yurdundan iman yurduna göç edin. Allah'ın emirlerini yerine getiremeyeceğiniz bir yurtta kalmayın.
اِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ اَجْرَهُمْ بِغَيْرِ حِسَابٍ:Ancak, sabredenlere mükafatları hesapsız, sayısız ve ölçüsüz verilir.
Kuzman’dan bahsedelim ve Abdullah bin Cahş (ra) gibi, müşrik ordularının üzerine korkusuzca saldırıyor, Uhud’da kılıçların birer birer elden düşmeye başladığı o dehşetli anda bile, cesaretine gölge düşürmüyordu. Sahabe Uhud’un meydanında aslan gibi kükreyen bu iki insana bakıyorlardı ve hayranlıklarını Allah Resulü ile paylaşıyorlardı. Biri diyordu ki:
Sahabe bu habere hayret ediyordu. Nasıl olur aynı ameli işleyen iki insandan birine cennet, diğerine cehennem müjde olarak verilirdi? Nasıl olduğunu sahabe sonraları anlayacaktı; işte onların o an için anlayamadıkları bir hakikati, özel haber alma kaynakları olan alemlerin sultanı onlara haber veriyordu.
Efendimiz’in (s.a.v.) bu sözünden haberi olmayan sahabeden Asım b. Ömer b. Katâde, Uhud’un meydanında düşmanı adeta ikiye biçip ilerleyen, ama biraz sonra bir kılıç darbesi ile yaralanıp yere düşen Kuzman’ı görünce; “Müjdeler olsun sana Ey Kuzman! Yiğitçe savaştın ve şimdide şehidlik makamını elde etme yoluna girdin!” dedi. O ana kadar kimselerin bilmediği, sadece açık ve gizli her şeyi bilen Rabbimizin bilip, Resulü’ne bildirdiği bir gerçeği Kuzman açıkladı. Dedi ki: “Ben ne şahadeti elde etmek, ne Allah’ın dinini savunmak, ne de Muhammed’in şerefini kurtarmak için savaştım. Ben sadece kavmimin şan, şerefini ve Medine’nin hurmalıklarını savunmak için savaştım.”
İbn Katâde bu söz karşısında şok olmuştu; asıl şoku ise biraz sonra yaşayacaktı. Kuzman aldığı yaraların kendisine verdiği acılara daha fazla dayanamamış, eline aldığı bir ok ile şah damarını keserek intihar etmiş ve oracıkta ölmüştü.
İntihar edenler kafir değildir sonsuza kadar cehennemde kalmazlar zaten müslüman olarak yıkanıp kefenlenmektedir. Yüce Allah’ın emanet olarak lütfettiği hayatı O’nun razı olmadığı bir tarzda sonlandırma anlamına gelen intihar eyleminin salim akılla gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Ancak kişinin cinnet hâlinde iken canına kıymış olacağı var sayılarak bağışlanması için Allah’a dua edilir.
Nitekim âlimler, “Her ‘lâ ilahe illallah’ diyenin cenaze namazını kılınız.” [Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr, XII, 447] hadisinin genel anlamından hareketle, kelime-i şehadet getiren herkesin cenaze namazının kılınacağını söylemişlerdir [İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 508; Nevevî, el-Mecmû’, V, 211; İbn Rüşd, Bidâye, I, 239]
İslam âlimleri, hadisteki ebedî azap kaydının, intiharı helal sayarak kendi canına kıyanlar için söz konusu olduğunu veya uzun süreli azap anlamında mecazî bir ifade olduğunu belirtmişlerdir [Aynî, ‘Umde, XXI, 292]
Allâh-u Teâlâ Âl-i İmrân Suresi 3/200.âyet-i kerimede şöyle buyuruyor:
SAFVETÜ'T-TEFASIR ÂL-İ İlMRAN SÜRESİ
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اصْبِرُوا:Ey mü'minler! İtaat zorluğuna ve başınıza gelen sıkıntılara sabredin. وَصَابِرُوا Savaşın şiddetine sabrederek Allah düşmanlarına galip gelin.وَرَابِطُوا Savaşa ve mücadeleye hazır bir vaziyette sınır boylarınızı bekleyin.وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ:Allah'tan kokun ve O'nun emrine muhalefet etmeyin ki, dünya ve ahiret saadetini kazanasınız.
Allâh-u Teâlâ Bakara Sûresi 177.âyet-i kerimede şöyle buyuruyor:
وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُواۚ وَالصَّابِر۪ينَ فِي الْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَح۪ينَ الْبَأْسِۜ:Söz verdiklerinde sözlerini yerine getirip vaatlerinden dönmeyenlerin davranışı ile, fakirlik, hastalık ve savaş zamanlarında şiddet ve sıkıntılara ve Allah yolunda savaşa katlananların sabrıdır. Bunlar övgüye layık kimselerdir.
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ صَدَقُواۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ: İşte bu vasıfları taşıyanlar gerçekten iman edenler ve takvada kemale erenlerdir. Bu ayette iyiler övülmekte, ulaşacakları huzur ve güzel hayırlara işaret edilmektedir. Allah onlar için sadıklardan ve takvalılardandır buyuruyor.
قَالَ هَلْ عَلِمْتُمْ مَا فَعَلْتُمْ بِيُوسُفَ وَاَخ۪يهِ اِذْ اَنْتُمْ جَاهِلُونَ
TABERİ TEFSİRİ YÛSUF SÛRESİ (89-90-91.âyet-i kerimeler)
89-Yusuf: "Siz cahilken Yusuf ve kardeşine ne yaptığınızı biliyor musunuz?" dedi.Kardeşleri, Yusuf aleyhisselamı kuyuya atarak onu öz kardeşi Bünyamin'den ayırmışlar ve dolayısıyla hem Yusuf'a hem de Bünyamin'e kötülük yapmışlardı. Kardeşleri sıkıntı içinde bulunduklarını, kıtlık sebebiyle ailelerinin zor durumda kaldıklarının anlatınca artık kendini tutamıyor, babasının ve kardeşlerinin yardımına koşmak için kendini tanıtıyor ve onlara: "Daha önce Yusuf ve kardeşi Bünyamin'e, cahil oldukları bir zamanda neler yaptıklarını soruyor. Onlar da, Mısır Azizinin, kardeşleri Yusuf olduğunu anlıyorlar ve şaşkınlık içerisinde ona şöyle diyorlar:
91-Kardeşleri: "Allah’a yemin olsun ki, Allah seni bizden üstün kıldı. Muhakkak biz suçlu idik." dediler.
Yusufun kardeşleri, ondan özür dileyerek: "Allah’a yemin olsun ki, Allah seni, ilimle, faziletle, hoşgörülü olmakla bizden üstün kıldı. Şüphesiz ki bizler, sana yaptığımız şeylerde suçlu idik." dediler.
Bakara Sûresi 2/250.âyet-i kerimede Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
SAFVETÜ'T-TEFASIR BAKARA SÜRESİ 249-250
249-فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِۙ قَالَ اِنَّ اللّٰهَ مُبْتَل۪يكُمْ بِنَهَرٍۚ:Tâlût, sayıları seksenbin olan askerleriyle yola çıkıp Beyt-i Makdis'ten ayrılınca onları çöl gibi kuru bir arazide bekletti. Burada onlara şiddetli sıcak ve susuzluk isabet etti. Tâlût askerlerine şöyle dedi:
"Biliniz ki, Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek" Bu, Ürdün ile Filistin arasında bulunan meşhur Şeria nehridir. فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنّ۪يۚ: "Ondan kim içerse benden değildir, benim askerim olamaz". Böyle yapmakla, savaşa girmeden önce, onların irade ve itaat durumlarını denemek istedi.
وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ فَاِنَّهُ مِنّ۪ٓي:Kim o ırmaktan içmez ve tatmazsa, o, benimle beraber savaşacak olan askerlerimdendir.
فَشَرِبُوا مِنْهُ اِلَّا قَل۪يلًا مِنْهُمْۜ:İçlerinden pek azı hariç, bütün ordu ırmaktan içti. Az sayıda bir topluluk susuzluğa sabretti. Süddi: "Yetmişaltıbin kişi içti. Tâlût'un yanında dört bin asker kaldı" der.
فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُۙ:Tâlût, susuzluk ve yorgunluğa sabreden mü'minlerle nehri geçip de düşmanlarının çokluğunu görünce onları bir korku sardı. İçlerinden bir grup
قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنُودِه۪ۜ:"Biz Câlût komutasındaki bu düşmanla savaşamayız. Sayımız az, onlar ise son derece kalabalık" dediler
قَالَ الَّذ۪ينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا اللّٰهِۙ:Sonunda Allah'ın huzuruna varacaklarına inanan, Tâlût'un seçkin ve alim askerleri şöyle dediler:
كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَل۪يلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَث۪يرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِۜ:"Çoğu zaman, az sayıda bir topluluk, Allah'ın irade ve dilemesiyle çok sayıdaki topluluklara üstün gelmiştir. Zafer, sayı çokluğu ile değil, Allah'ın yardımıyle elde edilir.
وَاللّٰهُ مَعَ الصَّابِر۪ينَ:Allah, koruması, gözetmesi ve desteğiyle sabredenlerle beraberdir. Allah kiminle beraber olursa, o, Allah'ın izniyle muzaffer olur.
250-وَلَمَّا بَرَزُوا لِجَالُوتَ وَجُنُودِه۪:Geniş alanda Câlût ve onun harp için eğitilmiş kalabalık ordusu ile karşılaştıkları zaman, zafere götüren vesileleri anladıklarını gösteren şu üç dua ile Allah'a yalvardılar.
قَالُوا رَبَّنَٓا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا:Ya Rabbi! Bizim hepimize çok sabırlar ihsan et, özellikle nefislerimize sabır ver ki, düşmanlarımıza karşı savaşmak için kendimizde kuvvet bulalım.وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَۜ:Sana inanmayan ve peygamberlerini yalanlayan Câlût ve ordusuna karşı bize yardım et.
"Bu duayı ezberleyin zorluk ve sıkıntılı zamanlarınızda Medet ya Gavzu Geylani diyerek okuyun. (Hz. şeyhe güvenerek başınızı sıkıntıya sokacak şeylere de girmeyin) duanız kabul olur ve imtihanınızı kazanırsınız elhamdulillah."
Rabbim bizi sabreden kullarından eylesin velhamdülillahi Rabbilâlemin el fatiha Şeyh Ahmed el Kâdiri (ks)
0 Yorumlar