Son yayınlar

6/recent/ticker-posts

2. Hikmet - TECRİD

 



اَلْحَمْدُ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى رَسُولِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ

صَلُّوا عَلَى رَسُولِنَا مُحَمَّدٍ

صَلُّوا عَلَى طَبِيبِ قُلُوبِنَا مُحَمَّد 

صَلُّوا عَلَى شَفِيعِ ذُنُوبِنَا مُحَمَّدٍ

رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى وَيَسِّرْ لِى اَمْرِى وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى يَفْقَهُوا قَوْلِى

سُبْحَانَكَ لَاعِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

سُبْحَانَكَ لاَ فَهْمَ لَنَا اِلاَّ مَا فَهَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْجَوَ ادُ الْكَرِيمُ

أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيم بسم الله الرحمن الرحيم

2.Hikmet 

 

اراداتك التجريد مع إقامة الله إياك في الأسباب من الشهوة الخفية



“Allah-u Teâlâ, saliki sebepler dairesinde bıraktığı halde; salikin sebepleri terk etmesi şehvet-i hafi(gizli şehvet)'dir.''

Allâh-u Teâlâ insanı sebepler aleminde yaratmıştır. Kula neyi nasip etmişse onun için en hayırlısı odur. 
Ademoğlundaki en büyük sıkıntı:  ''Allah'a ait küllî irâde ve kendine ait cüzi irâdeyi tam anlayamamasından kaynaklanır. İnsan iki hâl üzerinedir. Bazen tecrid hâlindedir; bazen de sebeplere tevessül eder.''

Allâh-u Teâlâ işlerin oluşunu ve hadiselerin gerçekleşmesini sebeplere bağlamıştır. 
Salik, tevekkül ve kanaat ettim. Olması gereken olacaktır deyip; sebeplerin birini ya da bir kaçını ihmal ederek, sebeplere tam olarak sarılmazsa; bu durum gizli şehvet olarak nitelendirilir.

Gizli şehvet; salikin farkında olmadan, bedensel ve nefsani meyillerinin peşine düşmesi, tembellik göstermesi ya da kolay olana meyletmesidir. Allah'a itimattan değil; nefsin isteklerini yerine getirmekten kaynaklanır.

Yüce Allah, insanı sebepler dairesinin üstündeki tecrid makamına çıkarmışken; kendi makamının farkında olmadan, esbaba tevessül etmesi yani sebeplere sarılma isteği; kendi makamından düşmek ve yüksek himmetin alçalması demektir.

Bediüzzaman Said Nursi (ks),
Hakikat Çekirdekleri adlı eserinde, bu konu hakkında şu ifadelere yer vermiştir:

''95- Tertib-i mukaddimatta “tefviz” tembelliktir, (Bir işte, yapılması gereken tüm şartların bazısının yerine getirilmemesi, atlamak gibi bu tembelliktir.) Terettüb-ü neticede tevekküldür. (İş bittiği zaman netice ne olursa olsun, başarısızlıkla da sonuçlanabilir. Sebeplere takılmadan tecrid makamında şükürle Allah'a teveccüh etmeniz gerekir. İşte o zaman sebeplere bakmamak tevekküldür.) Semere-i sa’yine ve kısmetine rıza; kanaattir, (Bir insan çalışmasının emeğinin neticesinde ortaya bir iş çıktı. İşte bu neticeden razı olmak kanaattir.)  Meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. (İnsanın yeniden çalışma arzusunu kuvvetlendirir. Aksi takdirde insan bir takım sebepleri eksik bırakırsa ortaya bir iş çıkmazsa yeni işler yapmasını engeller.) Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir. (İnsanın sebeplerden arındığı halde sebeplere bakması ya da mevcud olanla yetinmesi, daha iyisini tercih etmemesi, hasıl olan neticeyi kabul ederek daha yeni âli şeyleri istememesi bu da himmeti âliyeden düşmesi demektir. Bu beyti Said Nursi Hz'leri Risale-i Nur'un farklı yerlerinde kullanmıştır.''

Mümin tam bir teslimiyet ve tevekkül halinde, Allah'ı kendine vekil seçmeli ve O'nun iradesine tabi olmalıdır.
 İbrâhim Hakkı Erzûmî'nin "Neylerse güzel eyler!" deyip her şeyine razı olması gibi...

Hak yolcusu sâlik, her daim ilim ve rahmeti sonsuz olan Yüce Allah'ın kendisi için tercih ettiğine sarılmalıdır.
Allâh-u Teâlâ, kendisini nerede bulunduruyorsa orada durmalı ve başka hâl ve makamların özlemi içinde bulunmamalıdır.
Allâh-u Teâlâ saliki  bir makama getirmiş ve o makamın ehli kılmışsa, o makamın gereklerini harfiyen yerine getirebilmesi ve  bulunduğu yerde muvaffak olabilmesi için kendisine mutlaka yardım edecek ve yardımcılar gönderecektir. Salikin ise  bu hakikatin bilincinde hareket etmesi gerekir.

 وارادتك الأسباب مع إقامة الله إياك في التجريد انحطاط عن الهمة العلية



“Allah Teâlâ’nın murat ettiği bazı sebeplerden uzak durmayı istemen, senin yüce himmetten inişin demektir.”

Kul Allah'ın emir ve iradesine ters bir hali, kendisi için tercih ederse; Allah onu kendi tercihi ve kuvvetiyle başbaşa ve yardımsız bırakır.

 İbni Ataullah İskenderi(k.s.)'nin ifadelerine bakalım:

Tecrid; lügatta izale etmek, ayrı tutma, ayırma, temizleme, soyutlama anlamına gelir.

Tasavvufi anlamı ise; gönlünü Allah’a bağlama, kalbi mâsivâdan arındırma ve esbaba tevessül etmeme hâlidir.

Üç şekli vardır: Zâhirî tecrîd, bâtinî tecrîd ve hem zâhirî hemde bâtinî tecrîd.

Bir kudsi hadiste  şöyle buyrulur: 
İbn Abbas’tan bildirilen ilgili rivayet şöyledir:

“(Üç kısım insan vardır. Dünya ehli, ahiret ehli, Allah ehli). Ahiret ehline dünya haramdır, dünya ehline ahiret haramdır. Allah ehline/ehlullah’a  dünya ve ahiretin her ikisi de haramdır.”  (bk. Deylemi, 2/230/ h. no: 3110; el-Camiu’s-Sağir, h. no: 6754)

1- Zâhirî tecrîd (sebepleri terk ediş, soyutlanma) ne demektir? 
Allah-u Teâlâ'ya tâatte, insanı meşgul eden her şeyi terk etmektir. Esbaba tevessül etmez yani sebepleri terk eder.( Allah-u Teâlâ ile olursan, O da seninle olur.)
Zahiri tecrid de ; salik uzlete çekilir, kimseye el açmaz ve kimsenin kapısına gitmez. Umudu ve beklentisi sadece Allah-u Teala'dandır.

Hem zahiren, hem de batinen kullardan bir şey istememe yani esbaba avuç açamama makamındaysa; buna muhalif davrandığı zaman da mutlaka te'dîb / تأدیب edilecek demektir. (Terbiye edilme anlamında ceza verilecektir.)

Hz.Yusuf (as.) zindanda iken, kendisi ile beraber mahkum olan arkadaşlarına rüya tevili yaptıktan sonra; onlardan birisinin eski vazifesine geri döneceği ve zamanın melikinin sâkîsi olacağının müjdesini aldıktan sonra  şöyle demiştir:

Yusuf Suresi 42.Ayet-i kerimede

 
Vekâle lilleżî zanne ennehu nâcin minhumâ-żkurnî
Onlardan, kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: Beni efendinin yanında an,


żkurnî ‘inde rabbike
Beni efendinin yanında an, (umulur ki beni çıkarır). 

Allâh-u Teâlâ buyuruyor ki: Hz.Yusuf (as) tecrid makamında, Allah'tan istemesi gerekirken; oradan sultanın hizmetine giden kişiye ümit bağlayarak,

"Beni efendinin yanında an, (umulur ki beni çıkarır)."

Allâh-u Teâlâ aynı ayette buyurur ki:

 feensâhu-şşeytânu żikra rabbihi
Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu.

Şeytan bir an dahi boş durmaz, Müminin imanını, âbidin ibadetini, âlimin ilmini, ârifin irfanını kendi lehine kullanmak için hemen devreye girer. 
Tıpkı Hz. Yusuf'un kurtuluşunu, hürriyetini Allâh-u Teâlâ'dan istemesini unutturduğu ve bir beşere avuç açtırdığı gibi. Bundan dolayı ayetin devamında şöyle buyrulur:


felebiśe fî-ssicni bid’a sinîn(e)

Bu yüzden o, birkaç yıl daha zindanda kaldı.

Hz.Yusuf (as.)  gibi büyük bir peygamber dahi tecrid makamında olmasına rağmen, bir anlık gafletinin bedeli olarak üç beş sene daha zindanda bırakılıyor.

Allah (cc.) edebe muğayir davranmasından dolayı, efdal olan varken; faziletli olduğu halde mefdul olanı tercih ettiği için (iki efdal olandan en iyisini değil, diğerini seçtiği için) Hz. Yusuf'u bir müddet daha zindanda kalmakla cezalandırıyor.

Özetle diyebiliriz ki: Yüce Allah saliki bir makamda bulunduruyorsa, orada bulunduğu sürece herşey salikin hizmetinde olur. Salik o makamda durabilmeyi kendine nimet bilmelidir.

2-Bâtinî tecrîd (sebepleri terk ediş) ise; kalbi Allah-u Teâlâ'nın huzurunda durmaktan engelleyen herşeyi terk etmektir.
 Batınını kibir, ucub, riya, haset gibi Allah-u Teâlâ'nın razı olmayıp, Kur'an'ı Keriminde terk edilmesini emrettiği bütün kötü vasıflardan temizlemektir.

3-Hem zâhirî hem de bâtinî sebepleri terk etme ise : Sadece ve sadece kalbi Allah-u Teâlâ'ya bağlamaktır. Gönlü Allah-u Teâlâ'ya vermektir. Yani zahirende insanların kapısına gitmez; batinen de. Allah'tan başkasından istemeyi zül sayar ve imanı için hakaret olarak görür.

Kim zâhirîni soyutlar aksine batınını soyutlamazsa,o kişi  yalancıdır. Kamil tecrid sahibi değildir.  İç aleminde kin, nefret, buğz, adavet, dünya-mal-makam sevgisi varsa ve dünya malına ulaşmak için her şeyi kendine mübah görüyor ve insanları aldatıyorsa, yalnızca zahirini düzeltmiş, iç alemi ise karanlık kalmış olabilir. Dıştan ehli tasavvuf ve dindar görünmesine aldanılmamalıdır.
Bir misal verelim: Bakır ama üstü gümüş kaplama olan bir ziynet eşyası düşünelim. Özü ve hakikati bakırdır lakin dıştan gümüş gibi görünmektedir. Yani içi ayrı, dışı ayrıdır.

Genç Abdal bunu bir şiirinde der ki: 

Genç abdal herkesi dost olur sanma, 
Her koyun dersini post olur sanma,
Her yüze güleni dost olur sanma, 
İçi kâfir dışı münafık çoktur.


Salik  batınını temizler, zahirini süslemez  ise bu durum bir  nebze iyidir. Batınını temizleyip, zahiri olduğu gibi bırakırsa; bakır ziynet eşyasının üzerine gümüş kaplama yapmış gibi olur.
Hak yolcusu çoğunlukla zahirini düzeltirse, batınını da düzeltmiş olur.

Ebu’l Hasan Şâzelî(k.s.)  bu konuda şöyle buyurmuştur:

(Fakir: Allah'a muhtaç olup Allah-u Teâlâ'yı talep eden, kıblesi Allah-u Teâlâ olan insandır.) 


Sebepleri terk etmiş olan fakirin adabı dörttür:

1- Büyüklere hürmet etmek,
2- Küçüklere merhamet etmek,
3- Nefsine insaf etmek (kişiyi nefsi kötülüğe çekmek istediği zaman, nefsini Kuran ve sünnet çizgisine çekerek, nefsi ıslah etmek ve böylece ahireti kazanmak)
4- Ve ma'siyet konusunda nefsine yardım etmemek..



Sebeplere sarılan fakirin adabı da dört tanedir:


1- İyilerle beraber bulunmak, (zanaat ehli ve dervişlerle beraber olmak)
2- Kötü insanlardan uzak durmak(''Efendimiz (sav): Kişi arkadaşının dini üzeredir.'' buyuruyor.)
3- Namazları cemaatle kılmak,
4- Kazancını fakirlerle ve ihtiyaç sahipleri ile paylaşmak,


Sebeplere sarılma adaplarından ilki;
Hak yolcusunun, Allah-u Teâlâ tarafından kendisine verilmiş olan mesleğini icra etmesidir.

Peygamber Efendimiz (sas.) bu hususta şöyle buyurmuştur:


"Allah-u Teâlâ birinize bir yerden helal rızık kapısı açar ise o mesleğine devam edip  terk etmesin. Hakikatte Allâh-u Teâlâ ona lütufta bulunmuştur. Çünkü size ulaşan bütün güzellikler Allah-u Teâlâ'dandır.''


Salik bulunduğu halde kalmalı; tâ ki Allah-u Teâlâ onu bulunduğu halden çevirinceye kadar. 
Hak yolcusu mürşidinin sözünden çıkmamalı ve şeyhine itaat etmelidir.

 Aziz Mahmud Hüdayi Hz.leri ile Üftade Hz.lerinin arasında yaşananları hatırlayalım:
Aziz Mahmud Hüdayi Hz.'leri, Üftade Hz.'lerinin dergahında derviş olduğu zaman;
Üftade Hz.'leri buyurdu ki:


"Oğlum, nefisini ıslah etmek için, Bursa sokaklarında ciğer satacaksın".
Bir süre Aziz Mahmut Hüdayi Hz.'leri nefis tezkiyesi için mürşidinin emri ile Bursa sokaklarında ciğer sattı.
Sonra Allah-u Teâlâ'dan gelen işaretle, Üftade Hz.'leri kendisini seyr-u süluk için dergahın içine kabul etti.

Eğer salikin işi ile ilgili açık ve net bir işaret yoksa(mürşidden gelen),sebeplere sarılarak hayatına devam etmelidir.
Sebepleri bırakmak istemesi ise gizli şehvettendir. Çünkü nefs onu işinden ve kârından geri bırakmaya çalışır. Sebeplere sarılmayı bıraktığı için fakirlik ve muhtaçlık gelirse salik daralır ve sıkılır. Ve salike itiraz kapısı açılmış olur. Tahammülde zorlanan mürid, tekrar sebeplere döner ise bu hak yolcusunun hali güzel olmaz.

Bazısı şöyle demiştir:
"Çok defaları ben sebepleri terk ettim, tekrar ona döndüm. Sebepler beni terk etti, ben ona bir daha dönmedim."

Burada şöyle bir misal verelim:
Şeyh Ma‘rûf-i Kerhî bir yetim çocuğun elini tutar. Bağdat çarşısında kumaş tüccarlığı yapan Sırrî es-Sakatî Hazretleri'nin yanına götürür. 

Der ki: "Ya Sırrî bu çocuk yetimdir onunla ilgilen." 

Ve Sırrî es-Sakatî Hazretleri de yetim çocuğa en güzel elbiseleri giydirir ve Ma'rûf-i Kerhî'nin yanına getirir.

Şeyh Ma'rûf-i Kerhî ona şöyle der:
"Ey Sırrî! Sen beni memnun ettin. Allah da seni memnun etsin. D
ünya sevgisini kalbinden çıkarıp buğzettirsin." 

Sırrî Sakatî Hazretleri sebepler dünyasından sıyrılıp,tecrid (tümüyle Allah'a dönme zamanının geldiğini bildiğinden dolayı da mesleğini bırakır ve Şeyh Ma'rûf-i Kerhî'nin dergahında hizmet etmeye başlar. Ve zamanının en büyük evliyalarından biri olur. 
Şeyh Ma'rûf-i Kerhî'den sonra Kâdirî Tarikatının silsilesini yürüten rical olur.

Şeyh Ma'rûf-i Kerhî,
Şeyh Sırrî Sakatî,
Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî,
Şeyh Ebu'l-Ferec-i Tarsûsî...
 
Silsile bu şekilde devam eder.

Makam ve mevki sahibi olan bir salik ile esnaf, çiftçi, tüccar yahut talebe, imam gibi kişilerinin her birinin  seyr-u süluku birbirinden farklıdır. Dergahın içinde bulunan mürid ile uzaktaki müridin durumu da böyledir.

İbn Atâullah el-İskenderî şöyle buyuruyor:

"Şeyhim Ebü’l-Abbas El-Mürsî'nin yanına girdim. Nefsimde her şeyden soyutlanıp, ibadet ve tâatle meşgul olmak vardı. Ve nefsime şöyle dedim:

"Benim bulunduğum halde Allah-u Teâlâ'ya ulaşmak çok zordur. Zahiri ilimle meşgul oluyorum, insanların içine giriyorum çıkıyorum. En iyisi ben ilim öğretmeyi bırakıp bir kenara çekileyim, insanlarla da dersle de meşgul olmayayım. 
Ben daha bir şey söylemeden Şeyhim bana şöyle dedi.:

"Bazı insanlar benimle arkadaşlık yapıyorlar, talebe okutuyorlar, ders veriyorlar. Ve bu konuda da bilgileri ve tecrübeleri var. Bizim tarikatımızdan manevi lezzetler alınca da bana geliyor ve diyorlar ki:"

"Şeyhim, üstadım; ben ders vermeyi talebe yetiştirmeyi bırakayım ve seninle beraber sohbetlere kalayım, dergahta hizmet edeyim." 

"Bende onlara şöyle diyorum'':

'' İş sizin düşündüğünüz gibi değil! Ancak sizler içinde bulunduğunuz yerde durun. Talebelerinizi eğitmeye devam edin. Allah-u Teâlâ'nın bizim elimizle size ulaşmasını emrettiği taksimatın gelip sizi görevinizin başında bulacağını bilin."

Sonra Şeyhim bana baktı ve şöyle dedi:

"Sıddıkların sadıkların yolunda, Şeyhinin emrinde olan insanların hâli budur."

İbn Atâullah El-İskenderî sonra şöyle buyurdu:

"Allah-u Teâlâ onları tecrid etmedikçe, bir makamdan veya yerden çıkmazlar. Ben şeyhimin yanından çıktım Allah-u Teâlâ bu düşünceyi benim kalbimden sildi. Ve Allah-u Teâlâ'ya teslim oldum, rahatı orada buldum." buyurdu.

Ebü’l-Abbas El-Mürsî gibi zatlar öyle zatlar  ki:

Resûlulallah (sav)'in buyurduğu gibi:

"Onlar öyle bir topluluktur ki, onlarla oturanlar hiç bir zaman şakilerden olmazlar."


Allâh-u Teâlâ hikmet ehli olan Lokman (as)'a bir melek gönderir ve O'na Allah'ın kendisini üç şey arasında muhayyer bıraktığını söyler. 
Bunlar nübüvvet, hikmet ve saltanattır. Yani Allâh-u Teâlâ hangisini seçerse onu verecektir. Yani İbn Atâullah el-İskenderî'nin bize anlattığı hikmetleri asıl kaynağından, Allah'tan öğrenecektir. Hiç tereddüt etmeden 

"Ben hikmeti isterim" buyurur. 

Kendisine daha sonra niçin nübüvvet ya da saltanat istemedin diye sorulduğunda Hz.Lokman:

"Nübüvvetin ağır sorumluluğu altında ezilmekten korktum. Eğer Allâh-u Teâlâ diğer peygamberlere olduğu gibi bana da nübüvveti emretseydi, beni bir peygamberlik makamına koysaydı, yalnız bırakmaz bana mutlaka yardım edeceğini bilir, peygamberlik yükünün hakkını vermeye çalışırdım. Ama Allah beni o makama koymadan talip olsaydım, 
işte o zaman nübüvvetin ağır sorumluluğu ile beraber beni yalnız bırakırdı. Saltanat ise ayrı bir mesûliyet ve ben onun da yükünü cazibesini kaldıramam diye korktum."

Bakara suresi 269.ayet-i kerimede:

vemen yu/te-l hikmete fekad ûtiye ḣayran keśîrâ(an)(k)
  Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. 

Allah(c.c.) kulunu bir halde bulundurursa, onun için gerekli her şeyi de üstlenmiş demektir. Bu hususta Hazreti Meryem bizlere güzel bir örnektir.

Hazreti Meryem'i Allâh-u Teâlâ kendisi için seçti. İbadet ve tâati O'na sevdirdi. İbadet ve tâati yerine getirmesinde de, onun için gerekli olan her şeyi de üstlendi.

Hazreti Zekeriya (as), Hazreti Meryem'in ibadethanesine girdiğinde; Hz. Meryem'in yanında kışın yaz meyvelerini, yazında kış meyvelerini bulurdu. ''Ya Meryem bu sana nasıl  geliyor?'' dediği zamanda:

"Allah-u Teâlâ tarafından bana ikram ediliyor. Allah dilediğini ummadığı yerden rızıklandırır." cevabını alıyordu. 

Ayet-i Kerime'de Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
Âl-i İmrân Suresi 37. 




Fetekabbelehâ rabbuhâ bikabûlin hasenin veenbetehâ nebâten hasenen vekeffelehâ zekeriyyâ(s) 


Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriya'nın himayesine bıraktı.

İşte salike düşen görev; Allah'ın kendisini koyduğu yerde, edebe uygun bir şekilde durmaktır. Aksi halde; Allah(c.c) müridi yalnız bırakır ve salik  küllî irâde ve kendine ait cüzi irâde çelişkilerine düşer ve bu durumda da huzursuzluk sıkıntı ve mağlubiyet kaçınılmaz olur.
Gerek Hz. İsa (as.) gerekse de Hz. Meryem validemizde; birbirlerinden farklı durumlarda ve makamlarda esbabın ve tecridin tecellileri vardır. 
Meryem validemiz Mescid-i Aksâ'da ibadetle meşgul iken tecrid makamındaydı.
Meryem validemizin kimseye avuç açması yani sebeplere müracaat etmesi gerekmedi.

Âl-i İmrân suresi 37.Ayet-i Kerime'de Allah (cc.) bu konuda şöyle buyurmuştur:




(kullemâ deḣale ‘aleyhâ zekeriyyâ-lmihrâbe)

Zekeriya ne zaman ki hazreti Meryem'in ibadethanesine girdiği zaman 



(vecede ‘indehâ rizkâ(an))
Hazreti Meryem'in yanında cennetten nimetleri görürdü.




(kâle yâ meryemu ennâ leki hâżâ)
Dedi ki bu sana nereden geliyor?



(kâlet huve min ‘indi(A)llâh(i))
Hz. Meryem der ki: O Allah-u Teâlâ tarafındandır.


 (inna(A)llâhe yerzuku men yeşâu biġayri hisâb(in))
Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır. 


Abdülkâdir-i Geylânî (ks) hazretlerinin bu konuda ki ifadelerini bakalım:

"Güçlü ve yetkin bir imana sahipsen Allah'a tevekkül etmeye, sebeplerle ilişkini kesmeye ve kalbinle herşeyden ayrılmaya bak. Kalbini memleketinden, ailenden, dükkanından ve bilgilerinden uzaklaştır, elindekini ailene, kardeşlerine ve arkadaşalrına teslim et ve ölüm meleği ruhunu almış gibi, can hırsızı seni çarpmış gibi, yer yarılıp seni yutmuş gibi, kader ve kudret dalgaları seni ilim denizine alıp boğmuş gibi ol. Bu makama eren kimseye sebeplerin bir zararı yoktur. Çünkü sebepler onun içinde değil, dışındadır, sebepler onun için değil başkaları içindir. 
Ey Cemaat! Sebepleri ve dünyevi ilgileri (sebepleri) içinizden büsbütün atamıyorsanız hiç olmazsa bir bölümünü çıkarıp atın."

Efendimiz (sav) "Dünya kaygılarından, gücünüz yettiği ölçüde kurtulun" buyurmuştur. 
(el-Fethu'r Rabbâni sa:44-45)

Rabbim cümlemize Hakkı hak bilip, ona tabi olmayı; batılı batıl bilip,  ondan sakınmayı nasip eylesin.

Amin.


Yorum Gönder

0 Yorumlar