Son yayınlar

6/recent/ticker-posts

Kur'an yaratılmış mıdır? Esseyyid Abdulkadir Geylani'den cevap, Fethu'r-Rabbani Kur'an mahluk mudur?




Selamünaleykum kardeşlerim Pirimiz Esseyyid Abdulkadir Geylani (ks) Hazretlerinin Fethu'r-Rabbani kitabından kur'an'ımız ile ilgili önemli bir bölüm var. O kısmı sizinle paylaşıp ne anlamamız gerekiyor? Bu konuda sizleri aydınlatmaya çalışayım.

"Allah'ın kitabına hürmet edin ve Ona karşı edepli olun. Allah'la sizin aranızdaki bağdır o. O'nun hakkında "yaratılmıştır" demeyin. Allah "Bu benim sözümdür" diyor, siz ise "Hayır, değil" diyorsunuz. Kim Allah'a karşı itiraz eder ve Kur'an'ı yaratılmış kabul ederse Allah'ı tanımamış olur ve bu Kur'an o kimseden uzaklaşır. 

Bu Kur'an, bu tilavet edilen, okunan, dinlenen, bakılan ve mushaflarda yazılı olan kitap Allah'ın sözüdür. İmam Şafiî ve Ahmed ibn Hanbel (ra) "Kalem yaratılmıştır, onun yazdığı ise yaratılmamıştır. Kalp yaratılmıştır, onun ezberinde olan ise yaratılmamış" derlerdi. 

Ey cemaat! Kur'an'dan, hakkında tartışarak değil, içindekilerle amel ederek faydalanın. İtikat yalnızca birkaç kelimedir, ameller ise çoktur. Ona iman edin, kalplerinizle doğrulayın, organlarınızla da uygulayın. Size yararı dokunacak şeylerle uğraşın, eksik ve işe yaramaz bir takım düşüncelere bakmayın."   Fethu'r-Rabbani Sayfa:62-63 

Akıllara böyle bir soru geliyor ve tarih boyunca tartşılmış bir meseledir. Kur'an yaratılmış mıdır mahluk mudur? diye..

Ehli sünnet alimleri "Kur'an mahluk değildir" derken Allah'ın kelâm sıfatının varlığına atıfta bulunuyorlar. Yani Allah (cc) kelam sıfatıyla bu Kur'an'ı insanlığa indirmiştir yoksa zatı ile bu kitabı yaratmış değildir diyorlar. 
Ancak kelime ve cümleden teşekkül eden ve ağzımız ile okuduğumuz mushaf-ı şerif mahluktur yani yaratılmış kağıttan mürekkepten oluşur. Sesi mahreci, kılıfı elle tutulan gözle görünen şeylerdir. Kelâmı yönüyle Allah ezelidir. Sıfatları da ezelidir. 
Kur'an'ımıza biz kelâmullah demekteyiz. Cismani mushafa yani Kur'an'a kelâmullah dememizin sebebi ise Allah'ın kelâm sıfatının bir tecellisidir.   

Aşağıdaki paragraflarda daha detaylı açıklamaları okumanızı tavsiye ederim. 
  


Kur’ân-ı Kerim'in mahlûk olup olmama meselesinin temeli, Allah’ın sıfatları konusuna dayanır. Bu yüzden öncelikle Allah’ın sıfatları hususunda geniş bir izahat yaptıktan sonra, asıl meselemize bu malumat ışığında bakalım.

Cenâb-ı Hakk’ın aynî, gayrî, ne aynî ne de gayrî olmak üzere üç çeşit sıfatı vardır.

Aynî sıfatlar, Allah’ın tenzihi ve selbî sıfatlarına denir. Bunlar Vücûd, Kıdem, Beka, Muhâlefetünlil-havâdis, Kıyâmbi-nefsihî, Vahdâniyetdir. Bu sıfatlar Allah hakkında câiz olmayan mâna ve halleri bertaraf eden vasıflardır. Bu tenzihî sıfatlar iş ve icraat yapmazlar, onun için Allah’ın Zât-ı Akdes’inin aynı kabul edilmişlerdir. Yani bu sıfatlar Allah’ın Zâtının aynısıdır, başka bir mâna ve gayrılık ifâde etmezler.

Mesela; "Vücûd" sıfatı Allah’ın Zâtının varlığını ifâde eden bir sıfattır. Zıt mânâ olan ademi, yani yokluğu bertaraf eder. Kıdem, başlangıçtan münezzeh olmasını gösterir. Bekâ ise, sonu olmamayı ifâde eder. Bu sıfatlar fâil değillerdir, bir kudret, bir irâde gibi tasarrufları yoktur.

Gayrî sıfatlar, Allah’ın fiilî olan sıfatlarına denir. Bu fiilî sıfatların ise miktarı ve sınırı yoktur.

Bu fiilî sıfatların çokluğu ise, Allah’ın kudret sıfatının muhtelif mevcudattaki muhtelif tecelliyatından ibarettir. Mesela; Allah’ın kudret sıfatı bir çekirdeğin açılmasında tecelli ederken Fettâh nâmını alıyor, bir canlının ölümünde Mümit ismini alıyor, bir hayat bahşederken Muhyî ismini alıyor, canlılara rızık verirken Rezzâk nâmını alıyor ve hâkeza...

Bu sıfatlar, kâinat ve mahlûkatın yaratılması ile meydana çıktıkları için, Ehl-i Sünnet’e göre hâdistirler. Ama bu isimlerin arka cephesinde asıl iş gören ve icra eden Kudret sıfatı, ezelî ve ebedîdir. Onun için Allah, ezelde Rezzâk, Muhyî, Fettâh değildi demek, mânasız olur. Allah, ezelde Kudret itibâri ile bu gibi fiilî isimlere sahipti ama tecelli ve yaratma ile bu isimler meydana çıktığından hâdis oluyorlar.

Ne aynî ne de gayrî olan sıfatlar ise, Allah’ın Zâtî ve Sübûtî olan sıfatlarına denir. Bunlar Hayât, İlim, İrâde, Kudret, Sem’, Basar, Kelâm ve Tekvin’dir. Bu sıfatlar kâinatta iş ve icraat gören ve tasarruf ve tecellileri olan hakîki ve müessir sıfatlardır. Bu sıfatlar selbî ve gayrî sıfatlar gibi mâneviye ve tenzihî sıfatlar değildirler. Allah’ın Zâtından başka mâna ve esasları olan, ama ondan da müstakil olmayan sıfatlardır. Onun için ne ayn, ne gayr mânasını ifâde eden Allah’ın Zât-ı Akdes’ine zâid ve O’nunla kâim sıfatlar denilmiştir. Ne o, ne de onsuz olabilir.

Bu sıfatların Allah’ın Zâtı ile olan alâkası ve durumu İlm-i Kelâm ve felsefenin en esaslı ve ihtilaflı konusudur. Biz burada üç grubun fikrini hülasa olarak izâh edeceğiz ki, mesele vuzuha kavuşsun...

Öncelikle Ehl-i sünnet’in dışındaki iki görüşü aktaralım:

Birincisi: Mûteziledir. Bunlar, Allah’ın bu sekiz sıfatını tıpkı selbî sıfatlar gibi, O’nun Zât’ının aynı kabul edip, bu sıfatların vücûdunu inkâr ediyorlar. Yani bunlar, Allah’ın Zâtı hem ilim hem irâde hem kudret ve sâire deyip, Zât'ından başka bir şeyi kabul etmiyorlar. Allah, kâinatta sıfatlar olmaksızın Zât’ı ile iş ve icraat yapıyor diyorlar. Bunun gerekçesi olarak da tenzihi gösteriyorlar. Yani Allah’ın Zât’ından başka Kadîm sıfatları kabul etmek, Kadîm Zâtların çoğalmasını gerektirir ki, bu da tevhid ve tenzihe zıt olur derler.

Mûtezilenin bu görüşü hem akla, hem de nakle zıt bir görüştür. Aklî açıdan ilim ve irâdeyi aynı kabul etmek, zaten açık bir safsatadır. Kur’ân’da ise Allah’a “ilimdir, kudrettir” demiyor, “Alîmdir, Kâdirdir” diyor. Yani ilim sahibidir, kudret sahibidir diyor. Bu da Mûtezilenin tezine zıt bir ifâdedir. Daha çok deliller var, ama biz numune nev’inden bunlarla iktifâ edelim.

İkincisi: Kerramiyelerin görüşüdür. Bunlar Allah’ın bu sekiz sıfatını Allah’ın Zât’ının tamamen haricinde ve ondan müstakil olarak değerlendirirler. O zaman Mûtezilenin dediği gibi Kadîm varlıkların çoğalması söz konusu olur ki, bu da şirktir. Mûtezilenin tepkisi ve onları tefrite yönlendiren sebep, Kerramiyenin ifrat fikirleridir. Kerramiye ekolünün savunduğu fikrin butlanı zâhirdir, izâh ve ispata lüzum yoktur.

Üçüncüsü: Ehl-i sünnet’in görüşüdür. Ehl-i sünnet’e göre Allah’ın Zâtî ve Subûtî sıfatları, Allah’ın Zât-ı Akdes’ine zâiddir. Yani O’nun ile kâimdir, O’nun ile ayakta durur, O’nun ile dâimîdir. Ama bununla beraber Allah’ın Zât-ı Akdes’inin aynı, mücâviri, muttasılı, mürekkebi, mücehhezi de değildir. Bu sıfatlar Allah’ın Zât’ının aynı değildirler, onun için Allah’a ve Zât’ına ilimdir, kudrettir, irâdedir demek yanlış oluyor. Bu sıfatlar Allah’ın Zât-ı Akdes’ine zâiddirler. Yani O değiller, ama O’nunla kâimdirler. Allah’ın Zât’ının aynı olmamaları gayrı olmalarını gerektirmez.

Mûtezile tefrit edip sıfatları Allah’ın zatının aynı kabul etmekle bu sıfatların varlığını inkâr ediyorlar. Kerramiye ifrat edip, sıfatlara Allah’tan bağımsız ulûhiyet isnât etmişler.

Ehl-i sünnet, ne sıfatları inkâr etmişler ne de ulûhiyete götürmüşler. Ehl-i hak olan, ehl-i vasat Ehl-i sünnet’tir.

Şimdi asıl konumuza geçebiliriz. Allah’ın icraat ve iş gören sıfatları hükmünde olan subûtî sıfatları, yani Hayat, İlim, İrade, Kudret, Sem, Basar, Kelam gibi sıfatları inkâr edip, sadece Allah’ın Zâtını kabul eden Mutezile mezhebine göre Kur’ân mahlûktur. Konuşma sıfatı olmayan bir Allah’ın Kitap aracılığı ile peygamberle konuşması düşünülemez. Böyle olunca Kur’ân kelam sıfatından gelen bir kitap değil, Allah’ın Zât’ı ile yarattığı bir mahlûktur. Yani "Kur’ân mahlûktur" fikrinin arka cephesinde Allah’ın kelam sıfatının inkârı yatar.

İşte Mutezile Mezhebi'nin şiddetli bir şekilde Kur’ân’ın mahlûk olduğunu ileri sürmesinin asıl sebebi budur. Tabiatiyle Ehl-i sünnet âlimleri de eserlerinde bu batıl fikre karşı cevaplar yazmışlardır.

Tarihte İbn-i Teymiyye’nin başını çektiği selefî cereyanı bu inceliği anlamadığı için, meseleyi yanlış noktalara çekmişlerdir. Ses ve harflerin de Allah’ın sıfatları gibi ezelî ve ebedî olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bunlara göre Allah ezelî olan ses ve harflerle konuşur. Kur’ân’ın elimizdeki mevcut halinin de bunun bir neticesi olduğunu iddia ediyorlar.

Ahmed İbn-i Hanbel meşhur mihnet hâdisesinde Mutezilenin sapkın ta’til sıfat fikrine karşı direnmiştir. Yoksa Kur’ân'ın mahlûk olan Mushaf’ına mahlûk değildir, dememiştir. Malum, o dönemde Abbasi halifelerinin bir kısmı Mutezile mezhebinden olduğu için, Ahmet İbn-i Hanbel’e zorla, "Kur’ân mahlûktur." dedirtmeye çalışmışlar; dedirtemedikleri için de eza ve cefa vermişlerdir. Bu hâdise de tarihte “mihnet” olarak adlandırılmıştır.

Kur’ân-ı Kerim'in iki yönü vardır. Bir yönü mahlûktur, diğer yönü ise mahlûk değildir.

Kur’ân’ın mahlûk olan yönü, elimizdeki kelime ve cümlelerden müteşekkil ve ağzımızda kıraat ettiğimiz iki kapak arasındaki kitaptır.

Kur’ân’ın mahlûk olmayan yönü ise, Allah’ın kelam-ı nefsaniyesine bakan yönüdür. Yani Allah, kelam sıfatı ile Kur’ân-ı Kerimi kelime ve cümle kurmaksızın, keyfiyetsiz bir şekilde nefsü'l-emirde, bizim idrakinden aciz olduğumuz bir şekilde hitap buyurmuştur.


Yorum Gönder

0 Yorumlar